İsviçre’deki minare referandumunun temel insan haklarının, inanç ve ibadet özgürlüğünün açık ihlali anlamı taşıdığı noktasında söylenecek fazla bir şey yok.
Zaten bizzat İsviçre Hükümeti ve Avrupa ülkelerinin hemen hepsi minare yasağının Avrupa’nın temel değerlerinin inkârı anlamına geldiğini bas bas bağırıyorlar. Yeşiller konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıyacağını açıkladı bile. Yani olayın bu boyutu oldukça açık.
Öte yandan “Minare Krizi”ni doğru okumak, minarenin neyin simgesi olduğunu, Avrupa’nın geleceği açısından ne ifade ettiğini anlamaya çalışmak ayrı bir çaba gerektiriyor.
Ben şu anda Avrupa kamuoyunun yaşadığı ruh halini bizim 90’lı yılların başında yaşadığımız “türban travması”na çok benzetiyorum.
Minare karşıtlarının referandum kampanyası sırasında ortaya sürdükleri gerekçelere şöyle bir bakın:
– Minare zaten Kur’an’da yer almıyor ki…
– Minare dini bir sembol değil, siyasal simge.
– Minareler kabul edilirse arkasından ezan gelecek… Sonra da Şeriat devleti…
Bütün bu argümanlar ne kadar tanıdık değil mi? Bizdeki türban tartışmaları da yıllar yılı aynı argümanlar etrafında dönüp durdu. Sonuçta türbanın neyin simgesi olduğunda hâlâ da anlaşamadık.
Avrupalılar’ın da, bu kıtaya yerleşmiş Müslümanlar açısından minare dikmenin anlamını kolay kolay kavrayacağını zannetmiyorum.
Aslında mesele bir görünürlülük meselesi ve eğer minare bir simgeyse, görünürlülük simgesi…
Bundan altı ay kadar önce “Minarenin boyu” başlıklı bir yazı yazmış ve şunu vurgulamıştım:
Avrupalı Müslümanlar 60’lı yıllardan farklı olarak, artık Avrupa kamusal alanında kendilerini gizlemeden ve farklılıklarını görünür kılarak var olmak istiyorlar. Bugün ortaya çıkan “çatışma noktaları”na baktığımızda bunu açıkça görebiliyoruz. Mesela geçmişte kızının mayo giymesini istemeyen dindar aile, bu çelişkiyi çocuğa rapor alıp jimnastik dersine sokmayarak halletmeye çalışırdı. Şimdi, kızının dinine uygun kılıkla havuza girme hakkı için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor.
Eskiden dinini, gelenek ve göreneklerini kendi kendine, pek de göstermeden yaşarken şimdi orucuna, namazına, bayramına saygı istiyor. İşyerinde ibadet yeri, helal etli yemek garantisi, Ramazan’da iftar molası talep ediyor.
Bu karşı karşıya gelişlerde bazen çatışma bazen de pazarlık yaşanıyor. Mesela, şehrinde art arda inşa edilen camilerden rahatsız olan Avrupalı, Müslüman göçmenle pazarlığa giriyor: “Cami yapıyorsun, bari minaresiz yap.” Ama Müslüman göçmen uzlaşmıyor. Diktiği minareleri, o toplumdaki varlığının meşruiyetinin simgesi olarak görüyor ve tam tersine minareleri daha da yükseltmeye çalışıyor. “Beni görmezden gelemezsin, beni yok sayamazsın; ben de dinim de burada, senin yanı başındayız” demeye getiriyor.
Bu, Avrupalı’nın 60’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü göçmen politikasına; yani “burada yaşayacaksan, bana benzemeye çalış” politikasına karşı bir başkaldırı elbette ve sanırım kaçınılmaz bir başkaldırı… Farklı kültürlerin bir arada yaşayabilmesi, bir tarafın kendini inkâr etmesi ya da gizlemesi temelinde yürüyebilecek bir şey olabilir mi? Böyle olursa sağlıklı bir toplumsal yapı doğabilir mi? Öte yandan, “ev sahibi” Avrupalı’nın da bu başkaldırıdan huzursuzluk duymaması düşünülebilir mi?
Aslında bu bizim 90’lı yıllarda yaşadığımız sürece çok benzer bir süreç. Bizde de “laikçi” elitlerin korkuları, “Eyvah, kuşatılıyoruz; yaşam tarzımız elden gidiyor” paranoyaları, kamu alanındaki görünürlükle birlikte başladı. Dindarlar daha çok kendi köşelerinde yaşarken, kamu alanına pek çıkmazken; çıktıkları zaman da “oldukları gibi” değil, modernitenin kabul sınırlarını gözeterek ve kendilerini bu sınırlara uydurmaya çalışarak çıkarken, 90’lı yıllardan itibaren farklı davranmaya başladılar. “Ben buyum, beni olduğum gibi kabul etmek ve kamu alanında bana da yer açmak zorundasın” dediler. Zaten kıyamet de o zaman koptu.
Şimdi, aynı şekilde Avrupalı Müslümanlar da diktikleri minarelerle yaşadıkları ülkelerde kamusal alanda görünürlülük kazanmaya çalışıyor; buradan ilerleyerek kamusal alanın sınırlarının yeniden çizilmesini talep ediyor.
Nilüfer Göle’nin dediği gibi, “Bugün artık Avrupa için söz konusu olan, İslami farklılığın tanınması ya da tanınmaması değil; tam tersine ikisi için ortak bir mekanı, kültürel havzayı yeniden düşünmeye, yeniden oluşturmaya ve çatışma üzerine kurulu diyaloğun dışına çıkmaya gücünün ve kabiliyetinin olup olmadığıdır.” (İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa)
Yine Göle’nin deyişiyle, tartışmanın bu denli ıstıraplı ve duygu yüklü olması, Avrupa kimliğinin sorgulanmasının, onun ‘saflığı’ düşüncesinden vazgeçmeyi gerektirmesinden kaynaklanıyor.
“Saflık” ve “bozulma” kaygıları alt edilmeden kolay kolay aşılabileceğe de benzemiyor.
Bugün, 02.11.2009