Hemen her millî bayramda Atatürk’le ilgili veya Atatürk etrafında tartışmalar ve hatta kavgalar vuku buluyor. Bu seneki 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda tartışmalar ve kavgalar sanki arttı ve daha da sertleşti. Bunun çok şaşırtıcı olduğunu sanmıyorum, çünkü toplumda Atatürk’ün tarihimizde nereye oturtulacağı konusunda yeterince yaygın bir mutabakat yok. Ancak, artan ve hiddetlendirilen ihtilâfların bir yandan toplumsal uyum ve barışa diğer taraftan rasyonel araştırma ve tartışma süreçlerine zarar verdiği kesin. Bu yüzden, Atatürk’ün tarihimizdeki ve siyasî sistemimizdeki doğru ve uygun yerinin ne olması gerektiği hakkında kafa yormak ve Atatürk üzerinden doğan çatışma ve ihtilâfları makul boyutlar içine çekmek zorundayız. Ben şahsen meseleye nasıl baktığımı ve bu konudaki düşüncelerimi yıllar önce Kemalizm: Liberal Bir Bakış adlı kitapçığımda ifade ettim (https://www.liberte.com.tr/kemalizm-atilla-yayla?search=kemalizm). Görüşlerimde bir değişiklik yok. Ancak, yeni olaylar ve olgular ışığında bir özetleme yapmak yararlı olabilir.
Atatürk’e bakışta iki keskin kutup var. Biri Atatürk’ü Türkiye’nin yaşadığı tüm problemlerin kaynağı, merhametsiz bir diktatör, haddini ve sınırlarını aşan bir toplumsal mühendislik projesinin müellifi ve müsebbibi olarak görüyor. Diğeri Atatürk’ü tarihimizin başlangıcı, sıfırdan bir devletin ve ulusun yaratıcısı, büyük bir reformcu-devrimci, toplumu barbarlıktan kurtarıp uygarlığa taşıyan bir kahraman olarak resmediyor. İlk yaklaşım bazen Atatürk’ü Batı’nın ajanı ve bir tür şeytan, ikinci grup ise onu Batı emperyalizmine kafa tutan bir tür yaratıcı olarak tasvir ediyor. İlk grup Atatürk’ün inançsız ve din düşmanı olduğuna, ikinci grup bizim Atatürk tarafından yaratıldığımıza (“O olmasaydı biz olmazdık!”) kani. İlk grup Atatürk’ün büyük bir imparatorluğu Batı hesabına yıktığına, ikinci grup ise zaten yıkılan imparatorluktan bir cumhuriyet çıkardığına, hatta demokrasiyi de kurduğuna inanıyor…
Atatürk gibi sadece konjonktürel bakımdan önemli ve etkileyici olmayıp geleceğe yönelik izler de bırakan bir şahsiyetin kimliği, kişiliği ve icraatları hakkında tartışmalar yapılması ve fikir farklılıkları olması olağan. Her ülkenin tarihinde benzer figürlerle karşılaşılabilir. Fransızlar için Robespierre, İngilizler için O. Cromwell, Amerikalılar için G. Washington, A. Lincoln buna örnek. Ancak söz konusu ülkelerde bu tartışmalar çoğu zaman bir derinliğe sahiptir ve daha ziyade akademik-bilimsel çevrelerde yaygınlık kazanır. Bizde ne derinlik ne de sınırlılık söz konusu. Yukarda karikatürize ettiğim iki ana yaklaşımın da tuhaf ve komik yanları var. İlki muhalefetini abartılı bir şekilde güncelle ilişkilendirip Atatürk’ün şahsî ve ailevî hayatına (annesi, babası, hevesleri, aşkları vs.) taşımaya meyilli. İkincisi ise, mensuplarının ne kadar farkında olduğunu bilmem, anakronik bir tavırla Atatürk’ü gümümüzde yaşayan (belki kendilerinde tecessüm eden) bir canlı, yerine göre bir Tanrı gibi görmeye, göstermeye ve herkesi kendileri gibi düşünüp hissetmeye zorlamaya meyilli.
Böylesine çarpık ve çapraşık bir tabloda konuyu hangi noktadan girmenin uygun olacağını kestirmek zor. Ancak, bir yerden başlamak gerekiyor. O zaman, şu şekilde başlayayım: Bana göre, Atatürk meselesinin böylesine şiddetli şekilde tartışılmasında Atatürkçüyüm diyenlerin payı Atatürk’e ve icraatlarının tamamına veya bazılarına muhalif olanların payından daha büyük. Ancak, hakkaniyet ve hakikate saygı için, bu arada da sorumluluğun büyük kısmının Atatürk’e değil, Atatürkçülüğe ve Atatürkçüyüm diyenlere ait olduğunun altını bir kere daha çizmek isterim. Zira, sıradan veya önemli, her insan sınırlı bir hayat yaşar. Bir gün öbür dünyaya göçer ve izleri ve hatıraları yavaş yavaş silinir, unutulur. Kuşkusuz en fazla izi peygamberler, filozoflar ve sanatçılar bırakır. Siyasetçilerin (kral, padişah, başkan, başbakan) ve önemli kamu görevlilerinin (komutan, bakan, müsteşar vb.) bıraktığı iz daima daha zayıf olur ve daha hızlı solar. Bu genel gerçek elbette Atatürk için de geçerli. Bu gerçek birilerinin kasıtlı yaratımı değil, insani hayatın bir mahsulü. Atatürkçülerin önemli bir kısmı bu gerçeği reddederek Atatürk’ün tüm geleceği(mizi) kapsayan bir tarihî figür olduğu ve dünya yok olana kadar hangi değerlere inanılması, nasıl yaşanması, hangi yollardan gidilmesi gerektiği konusunda değişmez ilkeler koyduğu iddiasında. Dikkatinizi çekerim, bu Atatürk’ün değil, onun adına konuştuğunu düşünenlerin iddiası. Atatürk hayatta olsaydı ona bunu mu düşündüğü, istediği, vazettiği sorulabilirdi. Bunu yapamıyoruz. Dolayısıyla, Atatürk’e atfedilenlerin hemen hemen tamamı, bir nebze doğruluk (ve dolayısıyla bir nebze yanlışlık) taşıma ihtimâli olan spekülasyonlar. Ancak, insanî var oluş bu tarza aykırı olduğu gibi, rasyonel ve makul bir insan bu iddiayı tümden reddetme ve istiyorsa Atatürk’ü daha farklı bir şekilde anlama ve yorumlama hakkına ve yetisine sahip. Ancak, Atatürkçüler bunu kabul etmiyor ve kendi anlayışlarını başkalarına sivil ve/veya siyasî olarak dayatma peşinde koşuyor. Kestirmeden söylemek gerekirse 1960’lardan bugüne siyasî tarihimizin özünde bu yatıyor.
Bu keskin Atatürkçü tavır bir reaksiyon doğuruyor veya zaten var olan karşıtlığı aşırı, akıl, mantık ve hakkaniyet dışı noktaya taşımayı kolaylaştırıyor. Bu yüzden, Atatürk’ten hazzetmeyen bazı kişi ve kesimler, onun soy sopuyla, annesiyle, babasıyla, şahsî alanına ilişkin karakter özellikleriyle uğraşıyor. Atatürk’ü adeta şeytanlaştırıyor ve her iyi şeyi onda bulan, onunla aynılaştıran ve onunla sonlandıran Atatürkçüleri tersinden taklit ederek sadece siyasî değil, sosyal, kültürel, dinsel alanda da her sorunu ondan kaynaklandırıyor. Atatürk’ü ismiyle, cismiyle, toplumsal tarihimizden silmek, sildirmek istiyor.
Her iki tutumun da yanlışları ve açmazları bana göre çok aşikâr. Bahsini ettiğim Atatürkçü çizginin Atatürk’ü tarihin adeta başlangıç noktası olarak alması akla, mantığa ve beşerî hayatın doğasına aykırı. Tüm kapsayıcılığıyla toplumsal hayat kesikliğe değil sürekliliğe dayanıyor. Atatürk sonuçlara yol açtığı gibi kendisi de bir sonuçtu, ilerleyen toplumsal zincirin bir halkasıydı. İstese de geçmişi reddedemezdi. Reddetme çabaları sonuç veremezdi, vermedi. Atatürk bir fani idi, bir tür Tanrı veya yarı-Tanrı değildi. Her fani gibi doğruları da söyledi, yanlışları da doğrular da yaptı, yanlışlar da. Bunlar gerek özel hayatında gerekse kamusal hayatında vuku buldu. Atatürk’ü tarihten çıkarma, yok sayma çabaları ne kadar yanlış ve boşuna ise, Atatürk’ü tapılan bir soyut varlık hâline getirmek ve herkesi bu tanrıya tapınmaya zorlamak da o kadar yanlış ve boşuna.
Atatürk’ü yaptığı her şeye ilâveten şahsi hayatı da yanlışlarla dolu bir insan olarak görmek ve tarihten silmek çabaları da anlamsız ve hakkaniyetsiz. Atatürk bir Osmanlı subayıydı. Bir peygamber gibi daima doğruyu işaret etmesi gereken ve beklenen bir figür olamazdı. Elbette vatanı için endişeleri ve toplum için arzuları vardı. Çabalarında kendisini motive eden sadece şahsî arzuları ve ihtirasları değildi. Onun da her aile gibi hürmet edilmesi gereken bir ailesi vardı. Toplumsal mühendislik projesinde aşırılara gitmiş olsa da, dile, alfabeye, dinî hayata müdahale ilk defa onun tarafından düşünülmüş ve geliştirilmiş değildi. Ondan evvel Osmanlı aydınları ve devlet adamları hepsini düşünmüş ve tartışmıştı. O belki de tarihin eşsiz bir anında bunları hayata aktarma teşebbüsü için uygun bir zemin buldu. Padişahlık ile iktidar çekişmesi bir gerçek olsa bile Osmanlı Devleti’ni yıkan o değildi. Osmanlı imparatorlukların tasfiyesi çağının tek olmayan bir kurbanıydı. Atatürk Osmanlı’yı kısmen reddederek, kısmen ona dayanarak yeni bir devletin kuruluşuna öncülük etti. Atatürk’te tezahür eden siyasî ihtiras ve sonuçları da sadece ona mahsus olmaktan uzaktır ve siyasetin doğal özelliklerindendir. Bu yüzden, Atatürk’ü tarihle özdeşleştirmeye çalışmak ne kadar yanlış ise tarihten silmeye kalkışmak da o kadar yanlıştır. Atatürk’e tanrı muamelesi yapmak ne kadar hatalıysa, şeytanlaştırmak, küfretmek, aşağılamak da o kadar hatalıdır.
Aşırılık bu toplumda ender karşımıza ender çıkan bir tutum olmaktan uzak. Sevgimizi tapınmaya, sevmeyişimizi nefrete dönüştürmeye, insanları göklere çıkarmaya veya yerin dibine geçirmeye hazır ve yatkınız. Bu kötü özelliğimiz en açık biçimde Atatürk’e bakışta yansıyor. Bunun sağlıklı ve yararlı bir durum olduğu söylenemez. Bu tavır aklımızı gideriyor, toplumsal diyalog imkânlarını buduyor, toplumu ayrıştırıyor. Bundan kurtulmalıyız.
Ben kendimi Atatürkçü olarak görmüyorum. Atatürkçülerle, hayatıma müdahaleden uzak durdukları sürece, varoluşsal bir sorunum yok. Atatürk’ün özellikle politik icraatlarına ve toplumsal mühendislik çabalarının bazılarına ciddi itirazlarım ve eleştirilerim olmakla beraber Atatürk’ü tarihimizden silmek eğiliminde olanlarla fikrî bir bağım da bulunmuyor. Yani Atatürk benim için ne bir Tanrı ne de bir şeytan. Doğruları da yanlışları da günahları da sevapları da olan bir fani. Tarihimizin bir parçası, hem de önemli bir parçası. Tarihten Atatürk’ü silme çabalarından da benim hayatımı onun belirlediği ve ölene kadar onun koyduğu ilkelere tabi olmam gerektiği iddialarından da hoşnutluk duymam. Sağlam, sağlıklı, mantıklı, doğru ve yararlı olanın da bu olduğu kanaatindeyim.
Türkiye Atatürk meselesinde nasıl normalleşecek? Bu normalleşme bence birçok kimsenin sanabileceğinden daha acil ve önemli. Bu çerçevede, Atatürk’ü tarihten silme çabalarını da başından dışlıyorum. Bu ne doğru ne yararlı ne de mümkün. Başka bir deyişle tarihimizde başka tarihi figürler gibi Atatürk’ün de yer almasının doğal bir durum olduğunu düşünüyorum. Atatürk öldüğüne göre bu ifadeyi Atatürkçülüğün toplumsal hayatımızda yer almasını gerekli ve kaçınılmaz gördüğüm biçiminde okunabilir. Bu da ‘hangi Atatürkçülük?’ sorusu gündeme getirir.
Ben bir Atatürkçülük yorumu geliştirmeyi kendime bir iş olarak edinmem ve şahsım için entelektüel bakımdan anlamlı ve yararlı bir çaba olarak görmem. Ancak, bu yazıda, meramımı anlaşabilmek için, kabaca, iki Atatürkçülük türünü birbirinden ayırt ederek ilerleyebilirim: MHP Atatürkçülüğü ve CHP Atatürkçülüğü. Bu ayrımı yaparken özellikle MHP Atatürkçülüğünün tüm boyutları ve özellikleri belli bir kavram olduğunu iddia etmiyorum. Sanırım bu kavram üzerinde daha çok çalışmak ve düşünmek l3azım. Ancak, bütün handikaplarına rağmen, bu kavramı ne düşündüğümü daha iyi anlatmada işe yarayacak bir aparat olarak görüyorum. Bu kavram ikilisinden hareket edersek yukardaki soru şu şekle dönüşür: Türkiye MHP Atatürkçülüğü üzerinde mi yoksa CHP Atatürkçülüğü üzerinde mi yeterince geniş bir toplumsal mutabakata gidebilir ve/veya gitmelidir? Yazının gelişinden cevabı tahmin etmiş olabilirsiniz: MHP milliyetçiliği üzerinde.
MHP Atatürkçülüğü alternatifi, rakibi CHP Atatürkçülüğüne nispetle çok daha makul ve kabul edilebilir görünüyor. MHP Atatürkçülüğü Atatürk’ü Türk tarihinin büyük bir şahsiyeti olarak görmekte ama tek şahsiyet olarak görüp okumamakta. Atatürkçülüğü daha geniş, kapsamlı ve sürekliliği olan bir tarihsel çerçevenin içine yerleştirmekte: Türk milletinin varlık ve beka mücadelesi. Çerçeve genişliği bir şahsa dayalı fanatizmi engellemekte. MHP Atatürkçülüğü Atatürk’ü sevmekte, önemsemekte ama onu tüm geleceğimizi her yönüyle belirlemiş bir figür hâline dönüştürmemekte. Atatürk’e atıf yapmakta ama tarihi onda başlatıp onunla dondurmamakta. Dinî inanca ve kurumsal dine toptan cephe almamakta ama dini merkeze alan bir siyasî çizgi de izlememekte. Dinle düşman olmaması MHP milliyetçiliği gibi MHP Atatürkçülüğü’nü de yumuşatmakta. MHP Atatürkçülüğü’nün teorik ve güncel söylemi CHP Atatürkçülüğününki gibi dindarları rahatsız etmemekte, savaş tamtamları çalmamakta…
Bu karşılaştırma uzatılabilir, genişletilebilir. Belki de bunu akademik çalışmalarda yapmak daha uygun olur. Kanaatim odur ki CHP Atatürkçülüğü hem demokrasiye aykırı hem de toplumsal barış ve huzura zararlı. MHP Atatürkçülüğü ise bu açılardan daha müspet bir pozisyona denk gelmekte. Bu yüzden, MHP Atatürkçülüğü çizgisinde olanlar hem Atatürkçülüğün hem de Türkiye’nin selameti için Atatürkçülük anlayışlarını geliştirmeye ve yaygınlaştırmaya çalışmalı. Umarım birileri bu çağrıyı -feryadı- duyar ve gereğini yapmak üzere yola çıkar.
5 Eylül 2019