Mete Tunçay, sol fikri çizgiden yetişmiş önemli bir yazar, döneminin bazı başka sol aydınları gibi iyi bir tarihçi ve siyaset bilimci. Nitekim dönemin sol aydınlarının siyasi görüşlerini değerlendirmeyi bir kenara bırakırsak, birbirleriyle oldukça iddialı tartışmalara, münakaşalara girdiklerini okuyabiliriz. Eleştirel Tarih Yazıları isimli Hamit Emrah Beriş’in derlediği kitabında da bunu bulabiliriz. Mete Tunçay’ın Toplum ve Bilim dergisinde yazdığı “Atatürk’e Nasıl Bakmak” isimli yazısı bir diğer sol fikri çizgiden gelen Niyazi Berkes’in, Celil Gürkan’ın, Galip Erker’in eleştirilerine maruz kalmıştır. Bu eleştiriler Atatürk temelinde başlayan eleştirilerin esasında Locke’dan Rousseau’ya bir siyaset teorisi tartışmasıdır. Keza bu yazıların neşredildiği 70’li yılların sonunda Mete Tunçay’a yöneltilen eleştiri yazılarında Rousseau’nun kuvvetler birliğini mi yoksa kuvvetler ayrılığını mı savunduğu dahi tartışılmıştır. Bir okuyucu olarak bu durum özellikle ilgimi çekti, doğrusu. Burada daha da ilgimi çeken şey ise Atatürk’ün Rousseau’yu ne kadar tanıdığı, bunun yanında Montesquieu’yu yahut Locke’u tanıyıp tanımadığı, eserlerini okuyup okumadığı tartışılırken, Rousseau’nun dahi neyi savunduğu konusunda Celil Gürkan ile arasında ihtilafın olmasıdır. Birinci hususu tartışmak için öncelikle ikinci hususta hemfikir olmak icab eder diye düşünüyorum.
Bu eserde yer alan bir diğer önemli husus ise Mete Tunçay’ın özellikle vurguladığı Türk siyasal düşüncesinin dogmatik yapısı olmuştur. Bunun sadece bir tarafa yönelik söylendiği izlenimi oluşmasın. Bütün fikri akımlarda bu yönelimin olduğundan bahsediyor, bize Mete Tunçay. Okuyucu olarak benim fikrim ise bunun entelektüel bir seviye eksikliğinden kaynaklandığı. Mete Tunçay en nihayetinde siyasal düşüncelerin birer inanç sistemi olduğunu ve dogmatizmden bütünüyle kurtulmasının beklenemeyeceğine vurgu yapıyor ve diyor ki “zihin dünyamızı, asıl, din dışı alanlardaki dinsel tutum incitmektedir”. Siyasi ideolojilerden bahsederken de bizde Batıcılığın uzun yıllar İslamcılıkla yan yana yürüdüğünü ifade ediyor. Öyle ki terminolojinin bunu bize gösterdiğini ifade ediyor. “Aydın” kelimesi yerine “münevver” kelimesinin kullanılması gibi.
Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nin gökten zembille inmediğini söylüyor ve Kemalist tarihçiliği de bu anlamda eleştiriyor. Elbette ki geçmişinden bağımsız bir millet, toplum ve devlet düşünülemez. Bu bakımdan özellikle de ekonomik ve toplumsal yapının sürekliliğine vurgu yapıyor. II. Meşrutiyet sonrası başlayan iktisadiyatta millileştirme ve azınlıkların gücünü kırma girişimlerinin Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam ettiğini, 1929 sonrası dönemde yabancı sermayenin tamamen çekilmesiyle beraber de sistemin tamamen bozulduğunu, devletin de ekonominin işleyişine müdahil olduğunu söylüyor, Cumhuriyet devletçiliğinin de, İttihat ve Terakki’nin ekonomi politikasının doğal bir uzantısı olduğunu vurguluyor. 1929 Büyük Buhranı sonrasında devletleştirme eğiliminin bütün dünyada gözlemlenebilecek bir şekilde arttığını düşünüyorum. Kitapta da tarihî sürecin devamlılığını, bize bıraktığı mirası anlamak adına kısa bir anlatım yapıyor bizlere Tunçay.
1923’ten 1980’lere kadar olan dönemi bir süreklilik içerisinde inceleyen bu eser, tek parti döneminde uygulanan politikaları, özellikle İstiklal Mahkemeleri ve Takrir-i Sükun sonrası dönemde bütün bir muhalefetin bastırıldığı dönemi anlatırken, dikkatimi çeken husus hâkim elitlerin sadece kendi ideolojisi karşısında yer alanlara karşı bu tavrı takınmadığını, kendisi gibi pozitivist ve rasyonalist olan İttihatçıları da iktidardan uzaklaştırdığını görürüz. Burada duyulan kaygının sadece muhafazakâr yahut İslamî hassasiyetleri olanlara karşı değil modernist olanların da iktidarın sağlamlaştırılması amacıyla siyasal hayattan uzaklaştırıldığını görmemiz gerekir. Milli şef dönemine gelindiğinde ise iç politikaya, İkinci Dünya Savaşının yön verdiğini görürüz. Özellikle Tan Olayı meselesine değinen Tunçay, sol basının susturulmasının önemli sebeplerinden birisinin bu olduğunu bizlere anlatır.
Demokrat Parti ile Cumhuriyet Halk Partisi arasındaki meselelere gelindiğinde, DP’nin taleplerinden, seçim sisteminin muhalefete yer vermeyen bir yapıda olduğundan söz edilmiştir. DP’nin Hürriyet Misakı talepleri; demokrasiye ve anayasaya aykırı yasaların kaldırılması, cumhurbaşkanlığının parti başkanlığından ayrılması, seçimlerin idare tarafından değil yargı organı tarafından denetlenmesi isteği, o dönemin demokratik yapısının kurumsal olarak sıkıntılı taraflarını bizlere göstermektedir. Keza demokratik sistemin benzer sorunlarını CHP muhalefet koltuğuna geçtiği dönemde kendisi de bizzat yaşamıştır. Örneğin 1950 genel seçimlerinde, oyların % 53.59’unu alan DP 408 milletvekili çıkarırken, oyların % 39.98’ini alan CHP ise ancak 69 milletvekili çıkarabilmiştir. Tunçay’ın burada sadece CHP iktidarı dönemini eleştirisinden bahsetmek doğru olmaz. Zira DP iktidarı dönemini de belirli yönleriyle eleştiren Tunçay, kitapta bizlere Fuat Köprülü’nün DP’den ayrılma gerekçesini aktarır ve bu gerekçe oldukça önemlidir. Fuat Köprülü gerekçesini ve o günkü durumu şöyle açıklar: “Tek parti, tek şef sistemini yeniden canlandırmak isteyen bir adama karşı ülke çapında bir mücadele”. Bundan başka, DP’nin yaptığı anti demokratik bazı uygulamalardan da bahseden yazar bizlere tarafsızlık anlamında dikkat çekici bir tablo çizmektedir.
1960 Darbesi sonrası dönemde sıkıntılı günlerden geçen iktidar partilerini, öğrenci olaylarının ve iç karışıkların baş göstermesiyle yönetsel ve iç güvenlik problemleri yaşadığını anlatan Tunçay, özellikle bir konuya değinir ki bir okuyucu olarak dikkatimi çeker: “Yahya Han Formülü”. Bu formül, bir nevi darbesiz iktidara el koymanın adıdır. Kitap, bu dönemde de askeriyenin baskısını üzerinde hisseden iktidar partileri ve kurulan partiler üstü hükümetler döneminden bahseder bizlere ve 80’lere değin tarihsel süreci anlatarak gelir.
Baştan sona Türkiye’de siyasi sistemin demokratik açıdan arızalarından bahseden bu eser her şeyden evvel yaşanan sıkıntıları, partizanlıktan uzak bir şekilde eleştirir ve bizlerin de yaşanan bu durumlardan ders çıkararak gelecekte nasıl iyi bir demokratik sistem kurabileceğimizi sorgulatır. Bu anlamda okunmaya değer, dili sade bir eser sunar, bizlere Tunçay.