Melezleşme

Bizim basın Ali Bulaç’ın fikirlerine bir türlü alışamadı. Köşe yazıları sık sık “şok yorum”, “olay yorum” gibi başlıklarla sansasyonel haber olarak yer alıyor basında. Yorumu okuyunca bakıyorsunuz ki, “olay” denen şey Bulaç’ın kırk yıldır istikrarlı bir biçimde savunduğu fikirler. Yani hiç de şok olacak bir durum yok.

Dün internet basınında yine böyle büyük heyecanla anons edilen bir yazısı vardı Bulaç’ın.

“Ali Bulaç’tan kadın erkek eşitliği için olay yorum! Bulaç, kamusal alandaki ‘melezleşme’nin ve helal ile haram gibi zıtlıkları eşitlemenin neslin sonunu getireceğini ileri sürdü…”

Olay yoktu, şok yoktu, yazının ana konusu da kadın-erkek eşitliği filan değildi, ama yazdıkları tartışmaya değerdi doğrusu…

Zemzemle rakı

Yazının konusu melezleşmeydi; “postmodernizmin ön plana çıkardığı, her şeyin diğerinin içine girdiği, birbirine dönüştüğü, karıştığı melez kültür”dü.

Bulaç’a göre, yekpareliğe dayalı modernizm yerini “çoğulculuk” adı altında postmodern kamusallığa bırakmıştı. İlki tek renkliydi, ikincisi bütün renklerin birbirine karıştırılmasından ortaya çıkan renksizlikti. Bir başka deyişle, postmodernizm de modernizm gibi eritici bir kazandı. Bu kazandan eğitim, medya, iktisat ve sosyal-aile politikaları sonucunda “melez kültür” doğmaktaydı. Bu farklılıkların, çeşitliliğin korunması değil, birbirine karışması, özgünlüklerini kaybetmesi anlamını taşıyordu. Melezleşmenin tehlikesini “Zemzem suyu ile rakı birbirinden ayrı sıvılardır. Mü’minler Harem’de zemzem içer, helale harama aldırmayanlar da rakı. Melezleşme ideolojisi, zemzem ile rakının önce aynı masada ayrı bardaklarda, arkasından aynı kadehe konulup içilebileceği varsayımına dayanır” benzetmesiyle anlatıyordu.

Kültürel süreçlerde ortaya çıkan iç içe geçişlerin ve değişimlerin de rakı ve zemzem örneğinde olduğu gibi, insanın varlık yapısının “başkalaşmasına”, “fıtratının değişmesine” sebep olduğunu ve bu yüzden de kültürel melezleşmenin insanlık için ciddi tehlike, neredeyse bir felaket olduğunu söylüyordu. Kadın-erkek ilişkilerindeki değişim ve bunun aile yapısına yansıması bu bağlamda verilen örneklerdi.

Ali Bulaç’ın kültürel melezleşmeyle ilgili düşüncelerine de, korkularına da, saflık arayışlarına da katılmıyorum. Besbelli ki, melezleşme onun açısından istenmeyen, benim içinse istenilen bir durum. Postmodern toplumların, farklı renklerin karışımından oluşan bulanık, çamur renkli bir toplumlar olduğunu da düşünmüyorum-dahası daha şimdiden öyle olmadığını görüyorum.

Görüldüğü gibi Bulaç’la aynı olgu karşısında birbirine tamamen zıt fikir ve duygular içindeyiz-ki bu da çok normal. Farklılıktan, çeşitlilikten bunca söz ederken, melezleşme konusundaki bakış farklılıklarımızı sorun edecek değiliz elbette.

Melezleşme önlenebilir mi?

Ama ben konuyu başka bir yere getirmek istiyorum. Velev ki kültürel melezleşme kötü olsun… Önlemek mümkün mü? Ne yazık ki -ya da iyi ki- mümkün değil.

Yaşadığımız kültürel melezleşme süreci iradi bir süreç olmadığı için -tıpkı küreselleşme gibi- engellemek de mümkün değil. Farklı toplumların, dinlerin, ırkların, kültürlerin, zevklerin önce karşı karşıya gelmeleri, sonra birbirlerini etkilemeleri, dönüştürmeleri, iç içe geçişlerle melezleşmeleri “melezleşme ideolojisi” öyle vazettiği için olmuyor. İnsanlar artık kapalı topluluklar içinde yaşamadığı için; dünya koskoca bir açık topluma dönüştüğü için; ağaçlar gibi doğdukları yere kakılıp kalmayıp göçmen kuşlar gibi dolaştıkları için; herkes kendisininkinden farklı yaşamlar da olduğunu gördüğü ve hatta o yaşamlara “dokunabildiği” için; dünya koskoca bir global köye dönüştüğü, ekonomik olarak entegre hale geldiği için böyle oluyor.

Kültürel melezleşmeyi insan fıtratına karşı bir provokasyon olarak görenler başta olmak üzere herkesin, bu sürecin önlenemezliğini anlaması önemli. Zira bunu görmediğiniz takdirde, önüne geçmek için izleyebileceğiniz yol sizi insan tabiatına en aykırı noktaya sürükleyebilir:

“Bozulmasını” istemediğiniz topluluğu melezleşmeden korumak için hem o topluluk içindeki farklılıkları bastırmak ve “insan fıtratına uygun” bulduğunuz ilişkiler biçimini, kültürü ve yaşam tarzını toplumun bütün üyelerine dayatmak zorunda kalırsınız hem de o topluluğun kendi dışındaki diğer topluluklarla bütün bağlarını koparıp tamamen içe kapalı bir toplum haline getirirsiniz. Ki, bütün bunları zora dayanmadan yapmanız da mümkün değildir.

Zora dayalı bir toplumsal düzen “insan fıtratına” ne kadar uygundur, onu da takdirinize bırakıyorum.

Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et