Toplumsal-siyasal teoride milliyetçiliğin iki türü arasında ayrım yapmak adettendir. Buna göre, yurttaşlık temelli (civic) veya “medeni” milliyetçiliği, zararlı etkilerinden haklı olarak şikâyet ettiğimiz etnik-kültürel milliyetçilikten ayrı tutmamız gerekir.
Ben bu ayrıma şüpheyle bakan birisi olarak burada temel ahlâki ve normatif iddiaları bakımından bu iki tür milliyetçilik arasında bir fark olmadığını ve “medeni” bir milliyetçilik arayışının bir ham hayal olduğunu anlatmaya çalışacağım.
Yurttaşlık-temelli milliyetçilik iki farklı şekilde kendisini gösterebilir. Birincisinde ulusa sadakat üyesi olunan siyasi toplumun ortak siyasi ilkelerine bağlılıkla temellendirilir. Böylece ulus bir “yurttaşlar toplumu” olur ve dolayısıyla yurttaş ile millettaş aynı anlama gelir. Ne var ki, ulusa sadakat paylaşılan siyasi ilkelere dayandırılsa bile, bu, söz konusu ilkelere muhalefet etmenin sadakatten cayma -bir tür ihanet- olarak görülmesi ihtimalini ortadan kaldırmıyor.
Nitekim, yurttaşlıkçı milliyetçiliğin tipik örneklerinden sayılan Amerikan pratiğinde McCarthizmin sistemin ilkelerine muhalefeti “anti-Amerikan” (ihanet!) olarak yaftalamış olduğu tarihsel bir gerçektir ve son derece anlamlıdır. Keza, neo-con etkisi altındaki Bush dönemi Amerikası’nda ortaya çıkan “Amerikan milliyetçiliği”nin de etkileri bakımından etnik-kültürel milliyetçilikten çok farklı olduğu söylenemez.
Öte yandan, bu milliyetçilik hiçbir zaman sırf “yurttaşlıkçı” değildir. Çünkü, bir kere, yurttaşlıkçı milliyetçilik tasavvuru aslında zımnen bir kültürel ulusun varlığının kabulü üzerine oturur. Yani, aslında “ulus” önceden ve kültürel olarak tanımlanmıştır. Başka bir anlatımla, kültürel olana siyasi maskesi geçirilmiştir. Onun içindir ki, bu milliyetçilik türünün kültürel milliyetçiliğe karşı bir alternatif olarak ortaya konması anlamsızdır. Bu bakımdan, Kai Nielsen’in başka bir bağlamda söylemiş olduğu “Bütün milliyetçilikler şu veya bu şekilde kültürel milliyetçiliktir” sözü bir gerçeği ifade etmektedir. İkinci olarak, yurttaşlıkçı milliyetçiliğin ulusa atfettiği ortak veya paylaşılan siyasi ilkeler de aslında belli bir devlete özgü değildir.
Yurttaşlıkçı milliyetçilik bazan da “devlet-milliyetçiliği” biçimini alır. Bu milliyetçilik biçimi devleti ulusla özdeşleştirir ve böylece “ulusal sadakat”i yurttaşı olduğumuz devlete borçlu olduğumuzu söyler. Devlet-milliyetçiliği milliyetçi his ve heyecanları belli bir devlete duygusal bağlılıklar yaratmak üzere manipüle eder; o kadar ki, “millet” de değil artık devlet, uğruna mücadele edilmeye değer hale gelir. Ne var ki, devleti bir hukuki fiksiyon veya bir tüzel kişi değil de tasarlanan bir topluluk olarak kavramlaştırdığınızda, ona rakip olan başka topluluk ve aidiyet tasavvurlarının mümkün olduğunu da kabul etmeniz gerekir. Başka bir anlatımla, eğer devlete sadakat borcumuz başka bir şeyden -meselâ, onun bize hizmet sunmasından- değil de sırf bizim olmasından kaynaklanıyorsa, o zaman milliyetçilerin devleti daha da “bizim” olan başka toplulukların rekabetine hazır olmalıdır.
Kısaca, ulusları devletlerle tanımlayan hiçbir teori milliyetçiliğin gerektirdiği türden sadakati temellendiremez. Hiç kimsenin devletlere sırf devlet oldukları için en üstün sadakati gösterme diye bir borcu yoktur. Böyle bir sadakati temellendirmeye dönük her teşebbüs devlet-milliyetçiliğini bir tür kültürel milliyetçiliğe dönüştürür ki bunun da rakip kültürel milliyetçiliklerle çatışması kaçınılmazdır.
Esasen, varlıkları kadar coğrafya ve nüfus sınırları da ahlâki bir zorunluluğa dayanmayıp, esas olarak keyfi olan devletlere en üstün sadakati borçlu olduğumuzu söylemenin hiçbir ahlâki temeli olamaz.
Star, 07.01.2010