Mazhar Bağlı – Genel hassasiyeti dikkate alıp adım adım ilerlemek

Türkiye, uzun yıllardan beri ciddi toplumsal ve siyasal sorunları olan bir toplum ve devlet yapısına sahiptir.

Bunlar; temelde üç ana başlık altında toplanabilirler; etnik sorunlar (Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve diğer azınlıklar), din ve devlet ilişkisine ait sorunlar (laiklik, Alevîlik, başörtüsü ve diğer dinî özgürlükler) ve ekonomiye ilişkin sorunlardır (gelir dağılımı ve adaleti ile istihdam). Ekonomik sorunun çözümünün ilk şartı diğer alanlardaki iyileştirmeler olduğu için asıl sorun diğer iki alan olarak değerlendirilebilir.

Etnik sorunlarla din sorunu ise temelde bir demokrasi ve insan hakları sorunudur. Demokrasi açısından pek parlak bir geçmişi olmayan ülkemiz, bu sorunlara yönelik çözüm önerileri ve arayışlarında da günümüze kadar parlak bir tarihe ne yazık ki sahip değildir.

Bu sorunlardan en görünür olanı ve ülkeyi meşgul edeni ise etnik sorundur, Kürt meselesidir. Çünkü bu konu, Türkiye’yi siyasî, ekonomik, politik ve uluslararası ilişkiler bağlamında en çok meşgul eden ve sarsan konudur. Bu meseleden dolayı ülkenin önemli bir bölgesinde politika, bir türlü soy ve ideolojiden bağımsız bir alan olarak görülememektedir. Bu sorun dolayısıyla güvenliğe ayrılan bütçe ekonominin belini kırmaktadır. Bu konu, dış dünyayla olan tüm ilişkileri de doğal olarak belirlemekte ve rasyonel davranılması gereken bu ilişki biçiminin yerine daha duygusal bir tarzın oluşmasına neden olmaktadır. Kısaca bu sorun, ülke siyasetinin, ekonomisinin, hukukunun, politikasının ve dış ilişkilerinin normalleşmesini engelleyen en önemli ayak bağlarından birisi olmuştur. Her ne kadar bu bölgesel bir sorunsal ise de aslında bu konuyla bağlantılı tartışmalar ve tavır alışlar gerçekte tüm Türkiye’yi etkileyen bir nitelik taşımaktadırlar. Başlangıçta daha çok “güvenlik” boyutunda algılanan bir sorun iken giderek çok boyutlu bir hale gelmiştir. Dolayısıyla sorunla mücadelenin de çok boyutlu olarak yürütülmesi gerekmektedir.

Bütün Etnik Sorunları Çözümü İçin Adres Hukuktur

Geçen yüzyıla bakıldığında Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinden itibaren gündeme gelmeye başlayan etnik kimlik tartışmaları ve milliyetçilik, bölge açısından bakıldığında başlangıçta daha çok bölgedeki bazı aşiret liderlerinin kontrolünde, feodal eksenli başkaldırı hareketleri niteliğinde cereyan etmiştir. Bu özelliğinden dolayı, olaylar genelde uzun süreli olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra da sorun değişik tip ve kapsamda bölgesel isyanlar şeklinde görülmüştür. İlk önce Şeyh Said ayaklanması, daha sonra da 1930’larda Ağrı ve 1940’lara doğru da Dersim isyanlarıyla kendisini tekrar ciddi ölçekte hissettirmiştir. Ancak 1984 yılında üç ilçeye yapılan kanlı baskınla başlayan son süreç, bu sorun dolayısıyla en kanlı olayların yaşandığı bir dönemi beraberinde getirmiştir. Bu süreci sona erdirmek belki de en zor olandır. Çünkü uzun bir süre devam eden terör, kendisine çok farklı bağlantılar ve alanlar oluşturdu. Bugün Kürt meselesinin en kritik noktası, bu sorun üzerinden devam eden bahsi geçen bu terörün ve şiddetin varlığıdır. Terör devam ettiği sürece bu konuda atılabilecek olan her adımın bir taviz olarak görülmesinin oluşturduğu psikoloji, çoğu zaman sağlıklı değerlendirmelerin yapılmasını zorlaştırmakta ve doğal olarak insanlar, şiddet ile hak kazanımları arasında zorunlu bir nedensellik ilişkisi kurmaktadırlar.

Oysa konu bu alanın dışına taşınabilse, oluşan bu psikolojik bariyerlerin aşılması daha da kolay olacaktır ve meselenin asıl kaynağını oluşturan hukukî çerçeve daha da belirgin hale gelebilecektir. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan etnik sorunların çözümü evrensel normlarda bir hukukun tesis edilmesinden geçmektedir ve bu durum, bizim ülkemiz için de geçerlidir.

Çoğulculuğun giderek yükselen bir değer olduğu bir dünyada etnisiteye dayalı coğrafî sınırların çizilmesi artık sanıldığı kadar kolay değildir. Bu durum aslında ulus devletlerin temel mantığının da giderek değiştiğini göstermekte ve yeni bir söylemin kök salmaya başladığı anlamına gelmektedir. Aslında Türkiye, kendi medeniyet ve kültür havzasında etnik kökenleri merkez alan bir coğrafî sınırlandırmaya en uzak ülkelerden birisi olmasına rağmen en çok korktuğu konuların başında etnik ayrımcılık gelmektedir. Esasında bu durum, etnik köken arama çabalarını da paradoksal bir biçimde hızlandırmış ve toplumda temel bir ayrım veya tanımlama parametresi haline getirmiştir.

Bundan birkaç yıl önce insanlar kendilerini tanıtırken etnik kökenleri ile ilgili herhangi bir vurguda bulunma gereğini duymuyorlardı ama artık durum çok farklı. Çünkü kimlikler etniklik üzerinden tanımlanmaya başlandı ve etnik vurgu adeta kişilerin üzerine yapışmış hale geldi. Bu durumu ortaya çıkaran bir yığın neden saymak mümkün. Ama bunların en önemlisi, Türkiye’nin geleneksel dönemlerden kalma reflekslerle sorunlarını çözme ısrarıdır. Bir başka ifade ile Soğuk Savaş yıllarından kalma politikalardan kurtulamamış olmasıdır. Oysa bunlardan kurtulduğu andan itibaren sanılanın aksine hem daha güçlü bir ülke olacak hem de gittikçe derinleşen etnik milliyetçilik daha da zayıflayacaktır. Bilinmelidir ki, milliyetçiliği merkeze alan bir politik söylemin bertaraf edilmesi, karşıt bir milliyetçilik vurgusu ile değildir. Oysa bugüne kadar sürdürülen politika buydu. Bunun bir kısır döngü olduğunu ilk kez fark eden AK Parti olmadı ama bu politikayı en radikal ve köklü bir biçimde değiştirme iradesini o gösterdi. Bu konuyu etraflıca ele alarak bugüne kadar sorunun kuşatmış olduğu alanları rahatlatmak için derinden bir proje yürütmek suretiyle memleketin son otuz yılını işgal eden konuya neşter vurdu. Başbakan’ın, tüm siyasî partilere etnik, dinî ve bölgesel milliyetçilik dışında yeni politikalar üretme çağrısı da bu düşüncenin bir ürünüdür.

Suriye ile Yaşanan Bahar Neden Irak’la da Yaşanmasın

Daha önceki bir yazımda da değinmiştim Kürt meselesi, demokrasinin standartlarının yükseltilmesi, AB sürecinde yapılan reformlar ve hukukun egemen kılınmasıyla birlikte çözüm yoluna girmiştir, şimdi sıra PKK’da. PKK’nın silah bırakması için de birçok açıdan yürütülmesi gereken bir diplomasiye ihtiyaç vardı ve bu da gerçekleştirilince örgüt silah bırakma yönünde ilk adımını dün attı. Bunu önemsemek ve devamlılığını sağlamak gerekir. Her şeyden önce kimi çevrelerin bu durumun psikolojisini bastırmak için sergileyebilecekleri bazı hareketleri/kutlamaları da hukuk çerçevesinde kalmak kaydı ile anlayışla karşılamak ve tolere etmek gerekir. Türkiye, bu süreçlerin yabancısı bir ülke değildir. Derin bir tarihsel miras ve parlak bir gelecek için yapılması gerekeni yapacaktır.

Bu sorunu kalıcı bir biçimde çözmek isteyen AK Parti hükümeti, dikkatli ve akıllı bir program hayata geçirerek adım adım ilerlemeyi tercih etti. Doğrusu da budur. Çünkü 30 yılı aşkındır devam eden terörün oluşturduğu bir kamuoyu vardır, gerçekleştirdiği iç ve dış bağlantılar vardır. Toplumun bir kesimi ile arasında kurduğu organik bir bağ vardır. Bütün bunları bertaraf etmek kolay değildir elbette. Tüm bu bağlantıları bir bir koparmak ve sorunu kalıcı bir biçimde çözmek sanıldığı kadar kolay olmayacaktır. Ama dün itibarı ile Habur Sınır Kapısı’nda yaşananlar artık geri dönüşü olmayan bir yola girildiğini göstermektedir.

Bu sorunun uzun süre çözülmemiş olmasının oluşturduğu daha başka sorunların varlığına belki de en ilginç örnek Mahmur Kampı’dır. Çatışmaların yoğun olduğu bir dönemde Türkiye’den göç edip Irak’a sığınan binlerce insanımız yaşamaktadır burada. Eğer bir ülkede insanlar devlet gibi köklü, hukukî ve kalıcı bir örgütlenmenin yanında değil de bir terör örgütünün yanında yer almayı tercih ediyorlarsa orada devletin işleyişi ile ilgili ciddi bir sorun var demektir. Daha doğrusu, devletin insanları ile kurduğu ilişkide bir zaafın varlığı çok açıktır.

Son olarak bu konu, Dışişleri Bakanı’na sorulduğu zaman bunun Türkiye ile Irak sınırının güvenliği ve halkların birlikteliği için bir dönüm noktası olması temennisinde bulundu. Sanırım Sayın Davutoğlu’nun yürüttüğü politikalar, onun temennilerinin ne kadar da gerçekçi olduğunun en iyi göstergelerinden birisidir. Vaktiyle Bediüzzaman’a da Kürtlerin farklı coğrafyalarda bulunmasını nasıl değerlendirdiği sorulduğunda “Bu durum inşallah gelecekte ittihad-ı ümmet için bir vesile olacaktır.” der. Önce Suriye sonra da Irak ile yapılan anlaşmalar belki de bunun ilk adımıdır, kim bilir…

Zaman,21.10.2009

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et