Weber, Protestan Etiği ve Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde, Batıdaki gelişmelerin temelinde Protestanlığın bulunduğuna işaret eder.
Weber’e göre temel soru şudur: Protestanlığın ortaya çıkışında hangi faktörler etkilidir? Weber, bu soruya, şöyle cevap verir: Bir, özgür şehirler, iki, Hıristiyanlık.
Bunlardan ilki önemlidir zira özgür düşünce ve eylem, ancak özerk bir şehir ortamında neşvü nema bulabilir. Ama Weber’in düşüncesinde Hıristiyanlık daha da önemlidir zira Hıristiyanlığı kabul etmek, Orta Çağ şehrini daha önce sahip olduğu kültürel bağlardan –kabilecilikten, dinî tabulardan ve patrimonyalizmden- koparmıştır.
***
Weber’e göre, 7. Yüzyılda Araplar tarafından istila edilen şehirler İslâm’la tanışmış, bu tanışıklık şehirlerin özerkliğini tahrip etmiştir. Weber, İslâm dininin, bireysel ve grup özerkliğine izin vermeyen sosyal yapıya sahip bir din olduğu kanaatindedir.
Bu yüzden, İslâm şehirleri, ona göre, birbirinden ayrı klân ve kabilelerin bir arada bulunduğu bir koleksiyon olarak değerlendirilmelidir. Bu şehirlerde bireyleri birbirine bağlayan topluluklar oluşmasını beklemek beyhudedir.
Weber’i izleyen Şarkiyatçılar, İslâm dünyasını analiz ederken kullanacakları bu argümanı tekrarlamakla yetinmişlerdir. Buna göre, İslâm dünyasında ve bu arada Araplar arasında, özerk şehirlerin varlığından ve bu şehirlerde yaşayan özerk bireylerden ve topluluklardan söz etmek mümkün değildir.
***
Birinci Dünya Savaşında Arapların bizi arkadan vurdukları ve dolayısıyla güvenilmez insanlar oldukları tezi, hepimizin bildiği bir tez. Bununla ve Arap alfabesinin kaldırılması gibi başka adımlarla, Arap dünyasıyla ilişkilerimiz koparılmış durumdadır.
Türkiye’de akademik camia için Arap dünyası, aynı zamanda İslâm’la ilişkili olduğundan, İslâm’la ilgili olan da tutanın elini yakan konular olarak telâkki edildiğinden, bugüne kadar ihmal edilmiştir. Bu yüzden, son günlerde Arap dünyasındaki şehirlerde olup bitenleri anlayacak ne bilgi birikimine ne de cesarete sahibiz.
Eğer Weber ve onun izinden gidenlerin dedikleri tarzda bir İslâm şehri modeli varsa ve Arap şehirlerini de bu çerçevede değerlendirmek mümkünse, Arap şehirlerindeki isyanları anlamak mümkün olmayacaktır. Zira kendi başlarına hareket etmekten aciz insanların devrim filan yapması da, baskıcı iktidarlara meydan okuması da mümkün değildir.
***
Türkiye’de ideal olan Batı ve Batıda olanlardır şeklinde yaygın bir kanaat var. Bu, inşa edilmiş bir şey aslında. Batı merkezci bu bakış açısı, Doğu üzerine kafa yormayı gereksiz bulmuş, Doğuyu temsil eden şeyleri de hakir görmüştür. Bu yaklaşımı benimseyenler, örneğin, Fazıl Say’ın niçin İbrahim Tatlıses’ten daha az dinlenen bir sanatçı olduğunu düşünmemiş, onun yerine, İbrahim Tatlıses’in zaten bir sanatçı olmadığını, söylediği şarkıların da Arabesk olduğunu belirtmekle yetinmiş, bir bakıma, İbrahim Tatlıses ve onu dinleyenleri aşağılamayı tercih etmiştir.
Kısaca, bu bakış açısı, Arabesk’in yükselişini ve geniş kitleler tarafından kabul görmesini anlayamamıştır.
Aslında aynı mağrur tavrı, siyasette de görmek mümkündür. Geniş kitlelerin teveccühünü kazanan Ak Parti’ye oy verenlere “göbeğini kaşıyan adam”, “bidon kafalı” gibi yakıştırmalar, Doğuyu temsil edenlere küçümseyici bir tavırla bakanların ruh halini ele vermektedir bir bakıma.
***
Arap dünyasındaki şehirlerde meydana gelen gelişmeler, hem genel olarak İslâm coğrafyasını hem de bu coğrafyadaki şehirleri ele alan çalışmalar yapmak gerektiğini ortaya koydu.
Bir tartışma başlatması ümidiyle, bizim önerimiz şu: Weber’in iddia ettiği gibi, sırf İslâm’a özgü bir şehir kuramından söz edilemez. Aksine, (belki de önemli) bileşenlerinden biri İslâm olan şehirler var olabilir. Şehirler, oldukça dinamik ve evrimleşen birimlerdir. Bu yüzden kentleri Weber gibi idealize etmek mümkün gözükmemektedir. İslâm şehri kavramı, Batının, İslâm üzerinden Doğuyu bir kalıba sokma çabasının bir ürünüdür.
İslâm dininin hem toplumsal hem de bireysel boyutları bulunmaktadır. Ama dinin muhatabı olan inanan, son tahlilde, bireysel bir sorumlulukla dinini yaşamaktadır. Toplumsallığı olsa da –son tahlilde- bireysel olarak yaşanan bir dinin, farklı yaşam pratiklerini beraberinde getireceği ve dolayısıyla tek tip bir İslâm şehri kuramının oluşmasının imkânsız olacağı açıktır.
Her Müslüman’ın, aynen başka dinlere mensup olanlar gibi, yaşadığı şehre farklı bir renk katacağı; bu yüzden, Müslümanların yaşadıkları şehirlerden söz etmenin daha doğru olacağı söylenebilir. Üstelik İslâm dininin, bir Müslüman’ın gündelik yaşamındaki toplumsal temasları yok saymadığı dikkate alındığında, Müslümanların yaşadıkları şehirleri “ebrulî şehir” olarak kuramsallaştırmanın gerçekliği daha iyi soyut düzleme taşıyacağı ileri sürülebilir. Buradaki ebrulî sıfatı, örneğin mozaikten farklı olarak, bütün renklerin iç içe geçmişliğini ima etmektedir.
Böyle bir kuramsallaştırma, sakinlerinin büyük bir bölümü Müslümanlardan oluşan kentlerdeki demokratikleşme talepleriyle köklü bir altüst oluş yaşayan Arap dünyasını anlamak bakımından önemli bir katkı sağlayacak; üstelik bizi, Şarkiyatçıların İslâm şehri kavramsallaştırmasına da mahkûm etmeyecektir.
***
Geçen hafta, pek çoğumuz, dört eşin yasallaştırılmasını savunan Hanımefendiyi konuştu. İslâm coğrafyasında –Weber’in iddiasının aksine- köklü sarsıntılar yaşanırken birilerinin çıkıp da, hangi akla hizmet ettiğini anlamakta zorlandığımız bir tartışmayla bizleri meşgul etmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir konu. Doğunun enerjisini anlamsız tartışmalarla tüketildiğini görmek, umutlandığımız bir dönemde, beni kahrediyor, doğrusu.
Oysa son zamanlarda, tam da Weber’i haklı çıkartacak tarzda bir kabile yaşamını yansıtacak şekilde yüksek duvarlar arkasında, şehrin kalanından yalıtılmış sitelerde “kapalı cemaatler” oluşmaktadır. Bu cemaatler, ebrulî şehir tanımındaki temas noktalarını koparmaktadır. Her geçen gün bizi daha da fakirleştirmektedir. Müslümanların da bu eğilimine teslim olmaları, üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.
RotaHaber.com