Yılın ilk günü çıkan Taraf’ta, 2011’i ilk karşılayan ülkelerle ilgili bir haberimiz vardı. Yıldıray Oğur’un bulduğu başlığı “Geçen yıl da ilk onlar girmişti” idi. İçini de ben yazdım: “Yeni yıla 2010’da olduğu gibi bu sene de ilk olarak Yeni Zelanda ve Avustralya girdi! Her iki ülke daha şimdiden 2012’ye de ilk giren ülke olmak için hazırlıklara başladı!”
Ünlemleri de garanti olsun diye Yasemin Çongar ekledi sonradan.
Yalan yok, eğlendik. Tamam espri çok da orijinal değil ama, bunu böyle gergin ve ciddi bir ülkede, bir gazetede yapabiliyor olmak ayrı bir lüks.
Lakin Twitter’da haberi ciddiye alıp ortaya mesaj atan, Taraf’ın baltayı taşa vurduğunu, her yeni yıla niçin ilk giren ülkelerin hiç değişmeyeceğini enlem ve boylamları da içine katarak anlatanlar vardı.
Medya siteleri ise topa hiç girmemişlerdi. Ya espriyi anlamamış, ya da “Taraf yazıyorsa vardır bir belgesi” diye bize çakmaktan imtina etmişlerdi.
Haber beni çok eğlendirdi ama, bu “Sense of humour” eksikliği bir o kadar düşündürdü.
Bu yazı hâşâ “Ah nasıl insanlarla aynı havayı soluyoruz” yazısı değil. Ama bu örnek, bize dair önemli bir şey söylüyor, farklı zamanlarda farklı konularda bizim de pek çok kez içine düştüğümüz akıl tutulmalarına dair…
***
Biz çok sert bir frenle ulus-devlete geçmiş taze bir ülkeyiz.
Bize az zamanda çok işler yaptırılması için de bir bedel ödedik.
Milletçe preslendik, biçime sokulduk ve üretildik.
Hepimiz, en solundan en sağına, en muhafazakârından en ekstreminkine kadar birer Cumhuriyet mamulüyüz.
Tekrar ediyorum: ÜRETİLDİK…
Bunun için ise, eğitim sistemimiz, en ayırımcı ve insanlık suçları kapsamına girebilecek bir programlamayla en önemli araç olarak kullanıldı.
Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan “Türk Milli Eğitimi’nin Genel Amaçları” arasında ilk sırada şu ölçüt zikredilir:
“Türk milletinin bütün fertlerini (…) Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı (…) yurttaşlar olarak yetiştirmek…”
Ve 1933’ten beridir Allahın her günü çocuklarımızın akıllarını iğdiş edercesine beyinlerine çaktığımız Andımız…
“Türküm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene!”
Üniversitede durum değişiyor, bilgiye ulaşmada ve üretmede evrensel standartlara geçiliyor zannetmeyiniz, durum daha da vahim. Alın size YÖK Kanunu’nun 4. maddesi:
“Öğrencilerini Atatürk inkılâpları ve ilkeleri doğrultusunda Atatürk milliyetçiliğine bağlı Türk milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini taşıyan, Türk olmanın şeref ve mutluluğunu duyan, toplum yararını kişisel çıkarının üstünde tutan, aile, ülke ve millet sevgisi ile dolu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren (…) vatandaşlar olarak yetiştirmek…”
Tabii ki her ideoloji kendi değerler ve anlamlar dünyasını kurar. Kuruluş aşamalarında belki böyle hiçbir vicdan ve bilgi ölçütüne dayanmayan, kerameti kendinden menkul “özcü” bir diskura da sapılabilir.
İktidar kendi halkını kazıklayabilir…
Ne de olsa burada kitlelerin aklına değil, duygularına seslenilmektedir. Ama günü gelir, o dönem kapanır ve yeni bir sayfa açılır. Uygar dünyanın 1950’lerde yapmaya başladığı gibi…
Ama Türkiye bunu yapmadı, yapmıyor, bizi hasta eden bir sürü akıl dışı safralarla yaşamaya devam ediyoruz hâlâ..
Yukarıda örneğini verdiğim üç metin, uygar bir ülkede ağır suç unsuru teşkil eder. Kişiye tapınmacılık, ırkçılık, özcülük, bireyin yerle bir edilmesi ve hakların yerine ödevlerin konduğu bir ibretlik vesika olarak.
Bir kişiye, yani Atatürk’e referans veren tek Anayasa’ya sahibiz. Yani 1938’de vefat etmiş bir kişinin değer yargıları, niyeti ve aklı ile sınırlanmayı ta baştan kabul ediyoruz.
Eğitim sistemimiz 1930’lu yılları savunan bir ideolojinin değerler kümesi ile hemhal…
Buradan dünya ile rekabet edebilen, çağdaş, uygar bir ülke ve vatandaşlar çıkarabileceğimizi düşünüyoruz.
Ama çıka çıka, okuduğunu anlamayan, espri anlayışı olmayan, her değişime savaş açan, milliyetçi, dışlayıcı, kompleksli, öfkeli bir ruh durumu ile yüzleşiyoruz bugün.
Evet, hem Anayasa’da, hem de eğitim müfredatında birtakım iyileştirmeler yapılıyor. Ama omurgayı hâlâ aynı zihniyet ve değerler bütünü taşıdığı için etkisini sürdürüyor, sürdürecek de…
O yüzden yepyeni özgürlükçü bir zihniyetle hazırlanmış sivil bir anayasa ve eğitim müfredatına ihtiyacımız var.
Bu olduğunda ne Mustafa Kemal, ne de Cumhuriyet değerinden bir şey kaybedecek, bilakis, gerçekçi bir zemine kavuşup suiistimal edilmekten kurtulacak.
Özgürlüğün en önemli belirtisi mizah duygusu ve kendi kendinle dalga geçebilme yeteneğidir. Böyle bir kayıp yaşıyorsanız, bence bunu ciddiye alın
04.01.2011