Mahkemeler adalet için değil miydi?

Birkaç gündür Danıştay’ın malum yasakçı kararı tartışılıyor. Ama ilginçtir, çoğu kimse tartışıyorsa da bunu şaşırtıcı bulmuyor. Bana gelince, ben bu gibi tuhaflıklara şaşırmayı bırakalı neredeyse çeyrek asır oluyor.

Türkiye’de kamu otoritesi kullanan makam ve mercilerin sık sık hak-hukuk tanımayan kararlar alması alışıldık bir durum. Yürütme ve idare şüphesiz bu makam ve merciler arasında yer alıyor ve tarihsel bir perspektifle bakıldığında bu şaşırtıcı da değil. Ama çoğumuza tuhaf gelen, bu tür kararların en çok da mahkemelerden sadır olması. Daha da tuhaf olanı, mahkemelerimizin bu yolda siyasi-idari otoritelerin bile önüne geçmiş olmaları…

Bu tuhaf bir durum, çünkü, mahkemelerin -özellikle de “bağımsız” oldukları zaman- adaletin sağlayıcısı, hakkın-hukukun uygulayıcısı olduklarına inanagelmişiz. Doğrusu, böyle inanmakta haksız da sayılmayız. Çünkü hem örnek aldığımızı iddia ettiğimiz “medeni dünya”nın pratiği hem de en azından söylem düzeyinde kendisinden tamamen kopmadığımız hukuk geleneğimiz bize öyle söylüyor: “Hak arayanların diline, dinine, ırkına, rütbesine, ‘servet ü sâmanı’na… bakmadan adalet dağıttıkları için, mahkemeler mazlum ve mağdurların son sığınağı, ‘çaresizlerin çaresazı’dır.”

Peki, bu köklü ve yaygın inanca rağmen, bizde mahkemeler neden hak-hukuk ve adaletten bu derece sapıyorlar dersiniz?…

Bu soruya radikal bir cevap verebilir ve diyebilirsiniz ki, aslında mahkemelere dönük bu beklenti temelden yanlıştır. Mahkemeler her yerde sosyal kontrol aracı ve hatta “kurulu düzen”in bekçileridirler. Diğer kontrol ve gözetim araçlarından farkları, bu işlevi daha sofistike bir dille ve dolaylı yoldan yapmalarıdır. Ayrıca, mahkemelerin uyguladıkları tarafsız görünümlü tartışmacı usul de onlara güvenilmesini kolaylaştırmaktadır.

 

Bu cevabın elbette bir haklılık payı var ama yine de Türk mahkemelerinin durumunu tam olarak açıklamıyor. Çünkü, teorik olarak, aynı zamanda kurulu düzenin meşruluğunu da pekiştirmeye hizmet etmeyen bir “bekçi yargı” kurumunun rejimin kendisinden beklediği işlevi hakkıyla yerine getirmesi mümkün değildir. Yargı kurumunun rejimin meşruluğuna hizmet edebilmesi için en azından adalet ve hakkaniyete önem verdiği görüntüsünü koruması gerekir. Oysa, bizim mahkemelerimiz zaman zaman çok kaba bir hak-hukuk tanımazlık görüntüsü sergilemekten kaçınmıyor, bu uğurda hukukun maruf tekniğini ve dilini bile hiçe sayabiliyorlar. Kısaca, “görüntüyü (bile) kurtarma” ihtiyacı duymuyorlar”.

Öyleyse, Türkiye mahkemelerini kendilerine olan kamu güvenini yok edebilecek olan bu görüntüyü göze almaya cesaretlendiren, onları hukuk tekniğinin asgari icaplarına bile boş vermeye sevk eden, hak-hukuk ve adalet fikrinden daha güçlü inançlar, kanaatler ve kaygılar olması gerek. Ayrıca, bu inanç ve kanaatlerin hâkimlerin zihin ve fikir dünyasına hakim olması da yetmez, hukuk sisteminde bunların normatif dayanaklarının da bulunması gerekir.

Gerçekten de, bizim hukukçularımızın baştanbaşa tahsil hayatları boyunca edindikleri ve mesleki hayatlarında daha da pekiştirdikleri formasyon devlet, otorite ve düzen kaygısıyla birlikte Atatürkçülüğü hak, hukuk ve adalet fikirlerinin önüne koyuyor. Öte yandan, bu öncelik sıralaması başta Anayasa olmak üzere bütün bir hukuk sistemine de nüfuz etmiş durumdadır. Söz gelişi İspanya Anayasasının yaptığı gibi, hukuk düzeninin “en üstün değerleri” olarak  “özgürlük, adalet, eşitlik ve siyasi çoğulculuk”u vurgulamak şöyle dursun, bizim anayasamız tam tersine hukuka “hikmet-i hükümet”in ve resmi ideolojinin egemen olmasını buyuruyor.

Bu şartlar altında, Danıştay’ın son kararına halâ şaşırıyor musunuz?…

Star, 22.01.2011
 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et