7 Temmuz tarihli Yeni Şafak gazetesinde, yazar Sayın Yusuf Kaplan’ın köşesinde liberalizmi eleştiren bir yazı yayınlandı. Sözkonusu doktrine dönük birçok ithamı içeren yazının tezleri, üzerinde durulmaya ve ciddiyetle ele alınmaya değer.
Ülkemizde liberalizmin siyasal kültürde kökleştiği, yaygınlık ve saygınlık kazandığı, çokça takipçisinin bulunduğu, fikrî hegemonya kurduğu pek söylenemez. Buna rağmen, bu doktrinin eleştirmenleri onu belirli bir dönemle, bir hâkim paradigmayla, bir sosyal sınıfla, bir sosyoekonomik yapıyla özdeşleştirerek en ağır isnatları yöneltme, belli başlı kötülükleri ona mâl etme konusunda fazlasıyla sert bir tutum sergiler. Liberalizm âdeta sanık sandalyesine oturtulurken, liberal fikirleri muarızlarınca karikatürleştirildiği şekliyle değil de özgün hâlleriyle değerlendirme konusu yapmak pek tercih edilmez.
Liberalizm ve Ahlâk
Yazının temel vurgusu, liberal doktrinin toplumu kapsamlı ve sıkıca tanımlanmış bir manâ ve değerler sisteminden, ahlakî bir çerçeveden soyutlayarak, kaotik bir yönsüzlüğe, değerler anarşisine, hatta son kertede nihilizme ittiği imasında kendini gösteriyor.
Gerçekten böyle midir? Doktrinde iki bireycilik türüne önem verildiği görülür: Bunlardan ilki olan metodolojik bireycilik, toplumda nihaî analiz biriminin birey olduğunu, bireylerin biraraya gelmesinden oluşan topluluklara ise “nicel toplam” olmaktan öte “nitel” bir anlam yüklenmemesi gerektiğini savunur. Diğeri, yani ahlakî bireycilik ise her bireyin “kendi içinde amaç” olduğunu, başkalarının amaçları uğruna araçsallaştırılamayacağını belirtir. Bu iki bireycilik anlayışı, (1) her bireye, eylemlerini kendi belirlediği ya da rıza gösterdiği amaçlar doğrultusunda şekillendirme yetkisi verir; (2) sınıf, ulus, toplum gibi kolektif birimler adına konuşmanın daima şüpheye açık bir yönü olduğunu öne sürer, zira bireyler bu kapsayıcı şemsiyeler altında tasnif edilirken şahsî vasıf ve farklılıkları kolayca gözardı edilebilir, sanki yekpâre bir bütünmüş gibi algılanabilir.
Liberalizm bu iki bireycilik anlayışının getirdiği hassasiyet üzerinde temellenir. Her bireyin kendi amaçlarını takip etmekte özgür oluşu, herhangi bir ahlâk ilkesine riayet etmemesini gerektirmez. Bazı liberaller (bkz. Bentham) en çok sayıda bireyin mutluluğunu sağlayacak azamî fayda kıstası uyarınca eylemlerimizi şekillendirmeyi önerir; bazılarına göre (bkz. Rothbard), rasyonel bir insan doğası kabulünden hareketle, insanın, aklını kullanarak yapacağı özgür tercihleri sayesinde doğasına uygun bir yaşam tarzı inşa edilebilir; bazılarına göre ise (bkz. Hayek) aklın keşfettiği değil, tarihsel ve kültürel birikimin hasılası olan genel davranış kurallarına riayet sayesinde insanlar doğru istikâmeti bulur. Bunların yanı sıra, bireylerin farklı ahlâk görüşlerine dayalı iyi yaşam anlayışlarının esasen yekdiğeriyle kıyaslanamaz olduğu, bu anlayışlara dayanan tercihlerin sadece takipçisi nazarında değerli sayılabileceğini, nesnel ve gayrışahsî bir değer hükmünü ise o kişiden başka bir kimsenin takdir etme kapasitesi bulunmadığını savunan bir başka liberal tipine göre ise, buradan hareketle, ister subjektif etik mantığıyla, “müdahalesizlik olarak özgürlük” anlamına gelen negatif özgürlüğün doğuracağı faydalı sonuçlara alan açan bir asgarî devleti tasavvur etmeye geçilebilir (bkz. Mises); yahut isterse objektif etik mantığıyla, öz-sahipliğin ve bunun mantıksal devamı olan mülkiyet hakkının ve bunlara karşılıklı riayeti temin edici bir asgarî devletin, kurucu rasyonalist soyutlamalar yoluyla toplumsallık-öncesi, a priori çıkarsanabileceği söylenebilir (bkz. Nozick). Her hâlûkârda ortada ahlâksızlık değil, olası ahlâklar çoğulluğu belirecektir.
Bu ahlakî çeşitliliğin toplumsal istikrarı zedeleyici olduğu, herkesi kapsayan ortak bir ahlâkın ve iyi yaşam anlayışının tayininin olmazsa olmaz addedilmesi gerektiği öne sürülebilir. Liberalizm bir ahlâk anlayışının geniş yaygınlık kazanmasına karşı çıkmaz, fakat sadece, sivil toplum içerisinde kendine taraftar kazanma mücadelesine girecek bu farklı ahlâklardan hangisinin yaygınlık kazanacağını, azınlığın ya da çoğunluğun kamusal dayatmasının değil, tekil bireylerin ve grupların hür tercihinin belirlemesini, bunun için de bir nevî serbest rekabet ortamında her ahlakî yaklaşıma ifade ve örgütlenme özgürlüğü tanınması gerektiğine inanır. Bunun yanı sıra, piyasa ekonomisinin toplumda güvene ve karşılıklı etkileşime dayalı sosyal sermayeyi törpüleyici değil pekiştirici etkisi olduğunu, keza ahlakî değerler ve erdemler olmadan böyle bir toplumun zaten işlemeyeceğini ifade eder.
Marksizm ve Liberalizm
Yazının bir diğer tezi, liberalizm ile Marksizmin “düşman kardeşler” olduğu üzerine kuruludur. Modern çağın başat düşünce akımları olmak bakımından birbirlerine benzedikleri şüphesizdir. Nitekim klasik ekonomi politiğin temelini atan ve işlenmemiş kaynaklara emeğini katarak dönüştüren kişinin o ürünün meşru sahibi olacağına vurgu yapan Locke’un izinden giden Marx, kendince bir değişiklik yaparak, işçinin, ürettiği değere emeğini koyması münasebetiyle, hasılanın tamamının kendisine ait olması fikrine ulaşır. Ayrıca görünüşte her ikisi de son kertede bireyin özgürleşmesini hedefler; daha doğrusu, liberalizm daha ziyade negatif özgürlüğü, Marksizm pozitif özgürlüğü, yahut özgürleşmeyi (emansipasyon) gündeme getirir.
Ancak zahirdeki benzerliklerin derinine inildiğinde ciddi farklılıklarla karşılaşırız. Saint-Simon’un sosyalizminden başlayarak Marx’a kadar, geleneksel bilginin boşalttığı alanda bilimsel bilginin rehberlik etmesi, birbiriyle çelişen bireysel çıkarları kolektif bir çıkar şemsiyesinin altında ahenkli hâle getirmek için bilimsel yöntemden yararlanılması sözkonusudur. Sosyalizm, üretimde bireysel çıkarların “kaotik anarşisi” yerine uyumlu ve amaçlı toplumsallaşmayı ön plana çıkarırken, bilimsel bilgiyi üreten ve farklı branşlardan gelen bilgileri felsefî tutarlılık içerisinde birleştiren aydın kesimine ayrıcalık tanır. Bu varsayıma göre, nesnel çıkarlarını sınıfsal konumları itibariyle bilen (bkz. Marx), yahut bilemezlerse kendilerine öncü entelektüel elit tarafından vaaz edilen (bkz. Lenin) işçiler tarihin istikâmetini takip edecektir. Dolayısıyla özgürlük, asla başıboşluk ve istikâmetsizlik manâsına gelmeyecek, “müdahalesizlik olarak özgürlük” şiarı tarihe karışacak, determinizm iradeye galebe çalacak, özgürlük de bireyin tarihe râm olmasına bağlanacaktır.
Böyle bakıldığında, üretici güçlerin gelişmesini ve üretimde verimliliğin artırılmasını gözeten sosyalizm, modernliğin yalnızca bir ucunu tutmuş olur. Modernliğin bir yüzü, aşınan geleneksel kesinliklerin ve sabitliklerin yerini, aklın rahminden doğan daha sağlam temellere dayanan kesinliklerle ve sabitliklerle doldurduğunu iddia eder; daha büyük, daha merkezî, yekpâre, bütüncül olana vurgu yapar. Sosyalizm, üretim faktörlerinin merkezî bir otorite tarafından yönlendirilerek önceden belirlenmiş hedeflere ulaşılacağı varsayımıyla modernliğin bu yüzünü okşar. Neyin nasıl ve ne kadar üretilmesi gerektiğinin bilgisi tek merkezde toplanarak işlenebiliyorsa, toplumun farklı işlevleri arasındaki uyuşmazlık da yerini uyumlu bir bütüncüllüğe bırakabilir. Öte yandan, modernliğin bir de liberalizm tarafından daha iyi anlaşılan diğer yüzü vardır. Bu yüzünde modernlik, tekçilik kadar farklılaşmayı, merkezîleşme kadar adem-i merkezîleşmeyi, bütüncülleşme kadar alt-gruplaşmayı, kesinlik ve sabitliğin güvencesi kadar belirsizliğin ve akışkanlığın tedirginliğini içerir. Karşılıklı etkileşimden, öğrenmeden, taklitten, yenileşmeden doğan sürekli-devinimliliğin toplam hasılası, ilerlemenin motor gücüdür. Modernliğin bu kontrol edilemez süreçleri, kapitalizmin “yaratıcı yıkım” gücünü ve inovatif dinamizmini temsil eder. Kesinlik ve sabitlik kaynağı “bilim” anlayışının yerine, paradigmaların açık toplumda rekabete girdiği, sınandığı, geliştiği yahut çürütüldüğü “bilimsellik” anlayışını öne çıkarır. Liberalizm bu anlamda toplum içerisindeki hiyerarşiler ile kendiliğinden güçler arasındaki med-cezirde daha dengeli ve gerçekçi bir pozisyon alır.
Marksizmin çelişkili yapısı materyalizm yönünden sekülerliğe göz kırpsa da, tarihsici ve erekselci-kurtuluşçu bir siyasal teolojiye dayanması itibariyle âdeta tanrısız bir dine benzer. Liberalizm ise farklı versiyonlarında, materyalizm yönünden İngiliz emprisizmini içerdiği kadar, Hume ve Kant’ın öznel idealizmini de içerir. Liberalizmin insanı “homo economicus”a indirgediği, öz-çıkar maksimizasyonu peşinde koşan bir akılcılığa teşne kıldığı iddiası ise önyargıdan kaynaklanır, zira bu doktrin insanın zorunlu olarak kendi çıkarıyla alâkadar olmasını ama ait olduğu toplulukların çıkarını gözetmemesini öngörmez. Bu bağlamda, Ayn Rand’ın etik egoizmi haricinde liberaller diğergâmlığı kötülemezler. Dahası, bireyin toplumsalın dışında kalması da gerekmez: Locke’ta özgür bireyler doğal hakları güvence altına alıcı, çıkar ve güç çatışmalarını adaletin ilkeleri ışığında neticeye bağlayıcı bir devleti kurmak amacıyla toplum sözleşmesi yaparken, Hume’da adalet erdemi toplumun tarihsel ve kültürel birikiminden süzülen mülkiyet, mübadele ve mukavele hakkı gibi uzlaşımlarda somutlaşır; bireyin, öteki bireylerle duygudaşlık içine girmesini sağlayan ortak ahlakî imgelem geleneklerde tecessüm eder; birey böylece atomize olmak şöyle dursun, bilâkis toplumsallaşır.
Kapitalizm ve Yabancılaşma
Yazıda da değinildiği üzere kapitalizmin, işbölümü ve uzmanlaşma neticesinde insanı üretim sürecinin bütününü kavramaktan uzaklaştırdığı, sınırlı bir işleve indirgeyerek yaratıcılığını körelttiği, bir çarkın dişlisi hâline getirdiği, sermayenin kendini yeniden üretim mekanizmasının üstüne gizemli bir perde örttüğü, işçiyi doğasına yabancılaştırdığı söylenegelmiştir. Taylorcu bilimsel yönetim anlayışında en ideal ifadesini bulan klasik organizasyon modeline yönelen bu eleştirilerde gerçekten de haklılık payı bulunduğu söylenebilirse de, kapitalist üretimin sonraki aşamalarında önce neoklasik, ardından modern yönetim ve organizasyon modelleri ortaya konmuş, çalışanların görev ve inisiyatif alanının genişlemesi, talep ve ihtiyaçlarının dikkate alınması, katı hiyerarşilerin esnemesi, hatta kapalı bir yapı yerine dış faktörlerle etkileşime giren açık bir yapının parçası olması öngörülmüştür. Kısacası, kapitalizmin bir dönemine mâl edilebilecek bir özelliğin, ileriki dönemlerde olumlu yönde değişime uğradığı görülmektedir.
Son Söz
Uzun lafın kısası, liberalizme yöneltilen tek-yanlı ithamlara, “zannedilenin dışında bir liberalizm ya da liberalizmler de var” yanıtı verilebilir. Bütün bu söylenenler, bu doktrinin insanlığın tüm dertlerine deva, yeryüzü cennetini kurmaya talip, yahut her soruna çare üretme konusunda sonsuz derecede mahir olduğu anlamına kesinlikle gelmez. Pek çok açıdan eksikleri ve yetersizlikleri eleştirilebilir. Ancak her şeyden önce, meseleyi soğukkanlılıkla ele almak, tek-yanlı ve kestirmeci hükümler vermek yerine başka bir açıdan da bakabilmenin mümkün olduğunu teslim etmek elzemdir dersek hata yapmış olmayız.
cbeysanoglu@gmail.com