Anavatan Partisi’nin iktidarda olduğu 1980’li yıllarda zamanın “ana akım” denen gazetelerinde sık sık, “dinci” Özal’ın karşısında yer alan “ANAP’taki liberaller”den söz edilir ve bunlara “rejim”in güvenceleri nazarıyla bakılırdı. O zamanlar “liberal” payesiyle onurlandırılan bu kişiler aslında parti içindeki statükocular idi. Bunların doğru-dürüst fikirleri de yoktu ve çoğu ancak oportünist olarak adlandırılabilecek kişilerdi.
Ne var ki, büyük gazetelerin bunları sevmesinin kendilerince haklı bir nedeni vardı: “Liberal” oldukları rivayet edilen bu zevat genellikle dindar değildiler, namazla ve oruçla pek araları yoktu ve yeri geldiğinde rahatça “viskilerini içerler”di. Yani, aslında siyaseten muhafazakâr olan bu kişilere, sırf dine ve dini duyarlılıklara mesafeli oldukları için “liberal” sıfatı yakıştırılıyordu. Hasılı, bu gazetelerin gözünde reformist Özal muhafazakâr, hata “gerici”, buna karşılık oportünist statükocular ise “liberal”di.
Liberalliğin “hayat tarzı”ndan önce devlet-toplum ilişkisi konusunda alınan tutumla ilgili olduğunu Türkiye ancak 1990’lar başlarında Liberal Düşünce Topluluğu’nun (LDT) kurulmasıyla birlikte öğrenmeye başladı. Atillâ Yayla ve Kâzım Berzeg’le beraber Topluluğu kurduğumuz 1992 yılı itibariyle Türkiye’de ne doğru-dürüst liberal vardı, ne de liberal pozisyonu besleyecek bir fikri altyapı. Sadece, totaliter sosyalizmin çöküşü sonrasında ABD ve Avrupa’da yaşanan gelişmelerin ve kısmen de Özal’ın piyasacı refomlarının yol açtığı “liberalimsi” bir hava vardı.
İşte bu hava içinde Türkiye’de “değişim”i savunan herkese “liberal” denmeye başladı. Artık 80’lerde olduğu gibi statükoculara “liberal” denmiyordu ama bu sefer de kendi içinde ideolojik bakımdan hiç de türdeş olmayan değişimci kişi ve grupların hepsi bu sıfatla anılmaya başladı. Bu grup içinde, kendisini açıkça liberal olarak niteleyen LDT’lilerden başka, “demokratlar”, “İkinci Cumhuriyetçiler” ve bazı sosyal demokratlar da vardı.
Ama bu arada ilginç şeyler oldu: Eskiden
liberalizmi “lâik hayat tarzı”yla özdeşleştiren ve bu yüzden arkalayan medya camiası bu sefer “liberaller”i bir tür politik günahkârlar topluluğu olarak görmeye başladı ve saldırı hedefi haline getirdi. Bunda elbette şaşılacak bir şey yoktu. Çünkü, onların temel derdi
cari sistemin değişmezliğinin güvenceye alınması idi. Oysa, eskinin statüko güvenceleri sayılan “iyi” liberaller gitmiş, onların yerini “bu düzen değişmelidir” diyen “fitneci” liberaller almıştı.
Bu yeni dönemde beliren başka bir ilginçlik de şu: Aynı statükocu camia, sözünü ettiğim gevşek liberal koalisyon içinde liberalizmin tarihi ve fikri temelleriyle entelektüel düzeyde ilgilenen tek grup olan LDT çevresini görmezlikten gelme ve “liberal” sıfatını aralarında artık sosyalistlerin de yer aldığı geri kalanlara hasretme yoluna gitti. Bunun tek istisnası, sadece karalamak ve hakaret etmek söz konusu olduğunda LDT’lileri de hatırlamalarıydı.
Böylece liberallik bir tür “eski solculuk”muş gibi anlaşılır oldu. Liberal olarak anılanları ve öyle olmayanlarıyla, bazı solcular da bu anlayışı pekiştiren bir tutum alıp, “doğru” liberalizmin kimi sol-sosyal demokrat tezleri içselleştiren bir “liberalizm” olduğu düşüncesini ısrarla işleyince, bu anlayış muhafazakâr kesimde de etkili olmaya başladı. Ama bütün bunlarda şöyle bir tuhaflık var: Türkiye’de liberalizmin ne olduğunu entelektüel ve akademik düzeyde öğrenmek isteyenlerin başvurabilecekleri kaynakları halâ sadece LDT’liler üretiyorlar.
Bu arada, amatör işi liberalizm reddiyeleriyle avunmak yerine liberalizm hakkında doğru ve derinlemesine bilgi edinmek isteyenler olursa, onlara Liberal Düşünce dergisinin son sayısında yayımlanan “Liberalizme Yeniden Bakış: Tarihi ve Fikri Temeller” başlıklı makalemi okumalarını salık veririm.
Star, 08.04.2010