Başörtülü kadınlar, dindar entelektüeller tarafından din dilinden uzaklaşmakla itham ediliyorlar. ‘Dinî’ olmayan kazanımlara zarar verebilecekleri endişesi ile hedef tahtasındalar. Oysa şunu gözden kaçırıyorlar; başörtülü kadınlar on yıllardır siyasetin içinde. Ve ayrımcılığın kendi yapıları içinde bile ne şekilde kanıksanmış olduğunu görebiliyorlar.
Oysa Türkiye’nin âcilen yeni bir anayasaya ihtiyacı var. Bu ihtiyaç, her şeyden önce, mevcut Anayasa’nın kendi içinde çelişkili ve toplumun bugün geldiği gelişmişlik ve çoğulculuk düzeyiyle uyumsuz bir anayasa hâline gelmiş olmasından kaynaklanıyor. 1980 askerî darbesinin “değiştirilemezlik” zırhına kavuşturmuş olduğu anayasa maddeleri, bu çelişkileri ve toplumsal gelişme düzeyinin gerektirdiği demokratikleşme ihtiyacı ile anayasa arasındaki uyumsuzluğu açıkça ortaya koyuyor. 1982 Anayasası’nın değiştirilemez hükümleri, zannedildiği gibi ilk üç madde, daha doğrusu 1. ve 3. madde ile 2. maddede belirtilen “Cumhuriyet’in nitelikleri” ve bu madde dolayısıyla değiştirilemez kılınan “Başlangıç”taki ilkelerle sınırlı değil. Kâğıt üzerinde bunlarla sınırlı olan “değiştirilemez” hükümler, yorum yoluyla, örneğin Anayasa Mahkemesi tarafından, Anayasa’nın başka maddelerini de kapsayacak biçimde genişletilmiş durumda. Hatırlanacağı gibi, Anayasa Mahkemesi, 2008 yılında yapılan 10. ve 42. maddelerdeki değişiklikleri, Anayasa’nın değiştirilemez ve dolayısıyla değiştirilmesi teklif edilemez hükümlerine aykırılık üzerine inşâ ettiği bir gerekçeyle iptal etmişti. Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini esastan inceleyemeyeceği kuralına ters düşen bu yaklaşım, Anayasa Mahkemesi bakımından bir yenilik değildi. 1961 Anayasası döneminde, 1971 değişiklikleriyle getirilen benzer bir yetki sınırlamasına rağmen Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden incelemekle yetinmediği bilinen bir husustur. Bir diğer deyişle, Anayasa Mahkemesi, artık yerleşik hâle gelmiş olan kararları ve bu kararlara yansıyan tavrı nedeniyle, Anayasa’nın değiştirilemez hükümlerini yorum yoluyla genişletme yetkisini elinde tutmaya devam etmekte, bu da Türkiye’de müstakbel bütün anayasa değişikliklerini Mahkeme’nin kapsamı önceden bilinemeyecek olan vesayetçi denetimi altına sokmuş olmaktadır. 12 Eylül 2010 tarihli referandumla Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısının, örgütlenme ve çalışma usullerinin değiştirilmiş olması bu yerleşik vesayetçi tutumda daha demokratik bir açılıma izin verecek midir, bilinmez. Ancak, 1962’deki kuruluşundan bu yana geçen yarım asra yakın süre içinde Mahkeme’nin yapısı, kompozisyonu, üyelerin kişisel özellikleri gibi pek çok yönde değişiklikler yaşanmış olmasına rağmen, vesayetçi kontrol özelliğinin devam etmesi, gelecekte de aynı durumun süreceği sonucuna varmamızı gerektirmektedir. Sonuç olarak, tümüyle yeni ve evrensel demokrasi standartlarını yakalayabilen bir devlet anlayışına dayalı bir anayasa ve bu anayasa içinde yeniden tanımlanıp örgütlenen bir anayasa yargısı, Türkiye’nin demokratik geleceği bakımından gerçekleştirilmesi zorunlu reformlar arasında öncelikli bir yere sahiptir.Bir kritik soru da bu noktada karşımıza çıkmaktadır. Tamamen yeni bir anayasa yapılsa ve bu anayasanın getirdiği demokratik ve özgürlükçü düzenlemeler uyarınca, bugünkünden farklı bir anayasa yargısı oluşturulsa bile, gerçekte sistem bugünkü vesayetçi niteliklerinden kurtulabilir mi? Sorunun cevabı, büyük ölçüde yargı kültürü ile ilgilidir. Anayasa’daki kurallar ne denli demokratik ve özgürlükçü bir düzen öngörse de, sonuçta kuralları uygulayacak olan yargı organı ve özellikle de demokratik yolla işbaşına gelen yasama organının tasarruflarını denetleyecek olan Anayasa Mahkemesi, içtihatlarıyla bugüne kadarki vesayetçi tavrını sürdürmeyi tercih edebilecektir. Dolayısıyla burada, en az anayasa normları kadar önemli olan husus, anayasa yargısını pratiğe aktaran yargıçların kendi konumlarını nasıl tanımladıklarıdır.
Anayasa yargısıyla ilgili önemli eserlerden birine imza atmış olan David Robertson, Anayasa Mahkemesi’nde görev yapan yargıçların aynı zamanda birer politika kuramcısı olduklarını belirtmekte ve “anayasa mahkemeleri, yargı işlevini yerine getirirken, kendi alanlarının sınırlarına bağlı kalmayabilirler” diye eklemektedir. Yazara göre anayasa yargıçları, değişim süreci içinde bulunan toplumlarda, anayasanın içinde yer alan değer yargılarını devlet ve toplum düzeylerinde geliştirmek gibi bir işlevi de yerine getirirler.
Sanırım Türkiye’nin yeni anayasa ihtiyacı, tam da bu nedenle sahici bir ihtiyaç niteliğindedir. Çünkü mevcut 1982 Anayasası, insan hakları ve temel özgürlükler ile demokrasi gibi değerlerin yanında, bu değerlerle bağdaşması mümkün olmayan devletçi ve milliyetçi bir anayasa niteliğindedir. Anayasa’nın kendi içindeki bu çelişki, anayasa yargıcını da, hangi değer yargılarını öne çıkaracağı konusunda bir belirsizlik ve dolayısıyla baştan tutarsız olma ihtimali yüksek bir takdir alanı ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu çelişkilerin giderilmesi, Anayasa’nın devletçi-milliyetçi değer ve ilkelerden arındırılarak, tümüyle insan hakları ve temel özgürlükleri temel norm olarak kabul eden yeni bir anlayışla düzenlenmesine bağlıdır. Böyle bir yenilenme yapılmadıkça, kısmî değişiklikler ile devletçi-milliyetçi değerlerin hâkimiyetindeki bir otoriter-vesayetçi yapının tasfiyesi de sağlanamayacaktır.
Zaman-yorum, 07.04.2011