Geçtiğimiz cumartesi akşamı, Strasbourg Türk Fransız İşadamları Derneği’nin (MEDIF) düzenlediği “Yeni Türkiye, Yeni Medya” konulu bir panele katıldım.
Cumartesi akşamı olmasına rağmen gayet canlı bir katılımcı grubunun sorularıyla da renk kattığı panelde, öncelikle “Yeni Türkiye”nin var olup olmadığı üzerinde durmak gerekiyordu. Sorunun cevabı ise, mantıken “yeni”den kastedilenin belirlenmesiyle mümkün olabilecekti. “Yeni”nin belirlenmesi de, zorunlu olarak “eski”ye dair bir anlatıyı içermeliydi. Kısacası, “Yeni Türkiye”den söz etmek, aslında, geçmişin değerlendirmesini de içine alan bir târih anlatısını ortaya koymayı zorunlu kılıyordu.
Türkiye, tek-parti döneminden itibâren, uzunca bir süre, âit olmayı hedeflediği çağdaş demokratik dünyanın normlarına ters düşen bir biçimde, otoriter ve görece kapalı bir toplumdu. Tek-parti otoriterliğinden çok partili hayata geçildiğinde bile, Türkiye’de demokrasi, Avrupa ve Amerika standartlarının çok gerisinde, göstermelik bir adlandırmaydı. Yakın târihimizin en önemli araştırmacılarından olan Cemil Koçak’ın çok büyük bir vukufla tesbit ettiği üzere, Demokrat Parti, “ikinci parti” olarak düşünülmüştü. Bunun anlamı, Türkiye’de demokrasinin, tek-parti döneminde biçimlenip yerleşmiş olan kuruluş ideolojisine bağlı bir “resmî” muhalefetten daha ötesine izin vermeyeceğidir. Türkiye demokrasisini sürekli olarak kesintiye veya akamete uğratan askerî ve sivil bürokratik vesâyetçi darbe ve müdahaleler, tek-parti zihniyetinin varoluş mücadeleleri olarak da okunabilir.
“Yeni Türkiye”, kuşkusuz bu “eski Türkiye”nin geride bırakılmasını, farklı bir Türkiye’nin oluştuğunu ifâde etmektedir. Şimdi kritik soru şudur: Yeni Türkiye’yi eskisinden farklı kılan nedir? Demografik ve sosyal yapıdaki değişim, kentleşme, okur-yazarlığın artışı, sanayinin ama daha çok hizmetler sektörünün gelişmesi, Türkiye’nin dünyanın 17. büyük ekonomisi olması, eskiden düşünülmesi dahi ütopik sayılabilecek olan bir ulusal ve küresel iletişim ağına dâhil olmak… Bunların hepsi “yeni Türkiye”de gözlenen gelişmeler. Bütün bu gelişmelerin, olumlu bir değer yargısı yükleyerek kullandığımız anlamıyla “gerçekten yeni” bir Türkiye ortaya çıkarabilmesi için, eskiye özgü tek-parti zihniyetinin ayıklandığı, başta Avrupa ve Kuzey Amerika olmak üzere, Avustralya gibi uzak diyarlarda da gördüğümüz türden, en ileri düzeyde özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasinin her düzeyde sağlamlaşması gerekiyor. Bunun olabilmesi ise, başta tümüyle yeni bir anayasa olmak üzere hukukî ve siyasî bir dizi reformun yapılmasına bağlı.
Uzun lâfın kısası, bugünün dünyasında, yakından bildiğimiz en ileri standartlarda özgürlükçü ve çoğulcu demokrasinin kurulmasına yönelik ciddî gelişmeler olmadıkça, gerçekten “yeni Türkiye”nin varlığından söz etmek de mümkün görünmüyor. Bir diğer deyişle, bugünkü Türkiye, tek-parti otoriterliğinin dar kalıplarından çıkmış bir Türkiye. Günümüz Türkiye’si, bu açıdan, “eski Türkiye”den farklı, ama henüz “yeni” değil. Türkiye’deki değişim sürecinin, hukukî ve siyasî kurum ve ideolojileriyle bir bütün olarak demokratikleşmesi hâlinde erişilebilecek olan “Yeni Türkiye”ye varıp varmayacağı ise, belli değil. Daha doğrusu değişim sürecinin dünyanın en ileri standartlarında özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasiye varabilmesi, Türkiye yurttaşlarının çabalarına, taleplerine ve eylemlerine bağlı.
Bu süreçte “medya”nın ne kadar önemli, ne kadar hayatî bir role sâhip olduğunu görmemek mümkün mü? Tek-parti otoriterliğinin “çok partili demokrasi” görüntüsü altında devam eden, özde vesâyetçi kontrolünü pekiştirici bir ideolojik aygıt gibi çalışan “eski medya” yerine şimdi “yeni medya”dan söz etmek de bunun için anlamlı. Evet, başlığı değiştirip, “Yeni Türkiye için Yeni Medya” diye meramımızı ifâde edebiliriz. Böylece de soru Yeni Medya üzerine odaklanır. “Eski Medya”, bugün için değişime karşı statükoyu ve hattâ daha ileri gidip tek-parti dönemine duyulan romantik özlemlerin(!) dile getirilmesi bağlamında, vesâyetçi ideolojinin taşıyıcılığını yapagelen medya. Bu bağlamda, “411 El Kaosa Kalktı” manşetini, Temmuz 2007 seçimlerinden sonraki bir köşe yazısında “Bidon kafalılar” diye ifâde bulan sözümona “elitizm”ini hatırlayalım. Türkiye’nin 27 Nisan e-muhtırasında ve izleyen parti kapatma girişimleri ve Anayasa Mahkemesi kararlarında örneklenen, “eski Türkiye”ye has girişimlerin önlenmesi bakımından, “yeni medya”nın önemli bir işlev gördüğü açık değil midir?
Ancak, tıpkı Yeni Türkiye’nin henüz oluşum hâlinde olması gibi, yeni medya da oluşum sürecinde; üstelik bu oluşum süreçlerin eskinin devamı niteliğindeki kurumlar, yapılar ve aktörlerle birlikte, onlarla çatışarak gerçekleşiyor. Hâl böyleyken, son günlerin bazı tartışmaları, “yeni”nin de “eski”ye çok benzeyebileceğini gösteriyor.
Bu bağlamda, geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında yayına giren “Muhteşem Yüzyıl” dizisine, bu diziyle neredeyse eşzamanlı olarak vizyona giren “Hür Adam: Bediüzzaman Said-i Nursi” ve biraz geriye gidip hatırlayacak olursak, “Mustafa” filmine yöneltilen tepkiler arasındaki benzerlikler iyi birer örnek. Sondan başlayalım. Can Dündar imzalı “Mustafa” filmi, Atatürk üzerine olup Atatürk’ün “küçük adıyla” isimlendirilmiş olmasından tutun da “tarihî gerçekler”i çarpıttığı, Atatürk’ü küçülttüğü gibi gerekçelerle yerden yere vurulmuş hattâ yasaklanması istenmişti. Benzer bir akıl yürütme, “Hür Adam: Bediüzzaman Said-i Nursi” filmi için de yapılmakta. Aklını “ılımlı İslâm” ve “Büyük Ortadoğu Projesi”nin Cumhuriyet’e nasıl bir tehdit oluşturduğunu kanıtlamaya takmış olanların başını çektiği, gayet ciddî bir kamuoyu kesimi bu filmin, Bediüzzaman’ı yüceltip Atatürk’ü küçültmek için çekilmiş olduğuna inanmakta ve filmi tel’in etmektedirler. Unutmadan, bir noktaya dikkat çekelim: Her iki film için de, söz konusu tepkiler filmler vizyona girmeden, izlenmeden yapılmış, vizyona girdikten sonra da devam etmiş ve etmektedir. Çarpıcı olan husus, aynı durumun “Muhteşem Yüzyıl” için de söz konusu olmasıdır, yalnız bu kez küçük düşürüldüğü ileri sürülen târihî şahsiyet, Kanunî’dir. Bu tepkiler arasında, “eski Türkiye”yi tıpatıp yansıtan biri çok dikkat çekicidir: “Bu tür girişimlerin bizim gibi tarih şuuru oluşmamış ülkelerde zararının fazla olduğunu düşünüyorum.” Yazarın bu değerlendirmesinin, “bizim gibi demokrasi şuuru oluşmamış ülkelerde halka kendisini yönetecek insanları seçme imkânı verirsek, Meclis’e ağa, şeyh, mütegallibe dolar” meâlindeki tek-parti vesâyetçiliğinden ve bunun çağdaş tezâhürü olan “bidon kafalı/göbeğini kaşıyan seçmen” yaklaşımından farklı olmadığını maatteessüf tesbit etmeliyiz.
San’at, insan ve sun’i sözcükleriyle olan kök akrabalığının da gösterdiği üzere, insanın özgürce yaptığı bir faaliyettir. Bu faaliyet ve ürünleri san’at eleştirisinin konusu olabilir, yasaklamaların değil. Yukarıda değindiğim tüm örneklerde ise eleştiri değil, yasakçı/sansürcü tepkiler galebe çalmaktadır. Bu tepkilerin, tepkileri ortaya koyanların bağlı bulundukları “kutsallık” anlayışlarından kaynaklanması, kutsallıklar üzerinden kamusal eleştiri ve müzakere yapılamayacağı için, işi daha da vahim hâle getirmektedir.
Zaman, 13.01.2011