Her yıl olduğu gibi, bu yıl da Atatürk’ün vefatının yıldönümü münasebetiyle Atatürk ve dolayısıyla Atatürkçülük ile ilgili konular bir kez daha gündeme getirildi. Atatürk ve Atatürkçülük ile ilgili konuların gündemde olmaması esasen mümkün değildir ama her 10 Kasım, bu konuların biraz daha yoğun olarak ele alınmasına, çok anlaşılabilir nedenlerle, vesile olmaktadır.
Cumhuriyet’in Türkiye toplumunun demokratik gelişmesinde önemi inkâr edilemeyecek bir târihî evre olduğuna kuşku yoktur. Aynı şekilde, Cumhuriyet’in kurucusu olan Atatürk’ün, sosyal bilimlerle uğraşan herkesin az çok aşinâ olduğu bir kavram olan “karizmatik otorite” tipinin önemli târihî örneklerinden biri olduğu da herhâlde çok tartışma götürmez. Yunanca “Tanrı vergisi” anlamına gelen karizma sözcüğünden türeme bir sıfatın nitelediği bu otorite tipinde siyasî iktidar meşrûluğunu o iktidar sâhibinin kişiliğine atfedilen “Tanrı vergisi üstün nitelikler”e olan inançtan alır. Tabiî eklemek gerekir ki, Weber’in sosyal teorisinde kullanılan analiz araçlarından olan “ideal tip”ler, gerçekliği yorumlamakta ve açıklamakta kullanılırlar ama hiçbir zaman saf halleriyle gerçekliğe tekâbül etmezler. Bu, karizmatik otorite tipi ve dolayısıyla Atatürk için de geçerlidir. Bir diğer deyişle Atatürk’ün “karizmatik otorite” tipi üzerinden anlaşılmak istenmesi, onun “Tanrı vergisi” üstün kişisel niteliklerinin nasıl bir meşrûiyet kaynağı olduğunun anlaşılmaya çalışılmasını içerir ama bu çaba aynı zamanda Atatürk’ü târihî bağlamı içinde ele almayı ve bu bağlamda onun temsil ettiği düşünülen otorite tipi ile tarihî bağlam arasındaki ilişkilerin kurulmasını da zorunlu kılar.
Burada karşımıza çıkan önemli engellerden biri şu: Konu Atatürk ve Atatürkçülük olunca, Türkiye’de en yaygın tavırlardan biri, hep yapılan değerlendirmelerin “olumlu” olması gerektiği yönündedir. Bu, Atatürk dönemini bir tür kaybolmuş “altın çağ” olarak görmekten tutun da “Atatürk dönemi mükemmeldi, ama sonra İnönü döneminde işler bozuldu”ya dek uzanan ve Atatürk’ün kişiliği etrafında neredeyse tapınmaya varan bir yüceltme içeren versiyonları, şimdi burada ayrıntısına girmeyi gerektirmeyecek kadar iyi bilinmektedir. Bu bağlamda, Atatürk ile birlikte Cumhuriyet’in tek-parti döneminin de “olumlu” yönlerinin vurgulanması gerektiğini biraz daha “sosyal bilimsel” diyebileceğimiz bir yaklaşımla ortaya koyanlar ise birkaç noktayı vurgulamaktadırlar. Bunlardan ilki, Cumhuriyet’in Osmanlı geçmişinden bir kopuş meydana getirdiği ve bu anlamda bir “devrim” olduğudur. Bu doğru ise o zaman Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü de “devrim/devrimcilik” kavramlarının olumlu çağrışımları ve buna bağlı olarak “ilericilik/gericilik” ekseni üzerinde değerlendirmek ve tabiî olumlamak gerekmektedir.
TEK PARTİCİLİK ZORUNLU MUYDU?
Buna kısmen de olsa bağlanabilecek olan ve tek-parti dönemini olumlayıcı özellikler içeren bir diğer vurgu ise şu özelliğiyle karşımıza çıkmaktadır: Atatürk gibi târihî kişiliklerin kendi dönemlerinin özellikleri içinde değerlendirilmeleri gerektiği fikri, tek-parti dönemindeki anti-demokratik, otoriteryen baskıcı uygulamaların haklı gösterilmesi biçiminde anlaşılmaktadır. Buna göre Atatürk ve tek-parti döneminin Türkiye târihi açısından bir “devrim/devrimcilik dönemi”ni ifâde ettiği, buna bağlı olarak, devrimlerin “demokratik yöntemler”le yapılmadığı ve yapılamayacağı açıktır. Yine buna göre, Cumhuriyet’in tek-parti dönemi, genel olarak dünyada ama daha özel ve daha önemli olarak da Avrupa’da demokratik yönetimlerin değil otoriter ve faşist/totaliter düzenlerin hâkim olduğu bir döneme tesâdüf etmiştir. Buradan devamla, Atatürk ve İnönü’nün damgasını taşıyan Türkiye’deki tek-parti döneminin kendi târihî bağlamında değerlendirildiğinde, dönemin faşist/totaliter düzenlerinden çok farklı bir biçimde, özünde demokrasiye yönelik bir oluşumu belirlediğini görmek gerektiğinde ısrar edilmektedir.
Atatürk üzerinden oluşturulmak istenen ve “Atatürkçülük” başlığı altında toplanmaya çalışılan bu tarz yaklaşım ve fikirlerin, tek-parti dönemi otoriterliğini “haklılaştırıcı” özelliğinden daha önemlisi ise iddia edildiğinin aksine, târihî bağlam içinde nesnel bir değerlendirme yapmaktan çok, hâlen tasfiyesiyle meşgûl olduğumuz vesâyetçi siyasî-anayasal hukukî yapıyı meşrûlaştırmaya çalışmasıdır. “Kendi dönemine göre demokrasiye yönelik bir nitelik taşıyan tek-parti dönemi” türünden bir değerlendirme, “târihî dönemleri kendi nesnellikleri içinde ele almak gerekir” türünden pozitivist-bilimselci târih yaklaşımına yakın durur gibi görünürken aslında “geçmiş”ten çok “bugün”e yönelik bir ideolojik işlev görmektedir.
Akla gelen ilk soru, bu bağlamda, târihte nesnelliğin her tarihî dönemi kendi nesnelliği içinde, yani hiçbir değer yargısı katmadan, geçmişte nasıl olmuş idiyse öyle incelemenin mümkün olup olmadığıdır. Mümkündür diyenlerin ve böylesi bir yaklaşımı tek-parti dönemine uygulamaya çalışanların aslında pekâlâ farkında olmaları gereken husus şudur ki; böyle bir nesnellik imkânı ham bir olgucu yaklaşım dışında imkânsızdır. 19. yüzyılda bir ara revaçta olan ve târihî olguların kendi kendilerine “konuştukları”nı, dolayısıyla herhangi bir teorik çerçeveye ve yoruma gerek bulunmadığını belirten böylesi bir yaklaşım bugün için geçerli değildir. Bundan da öte, bu tarz bir nesnellik iddiası, aslında, bu iddia içinde Atatürk’e ve tek-parti dönemine (ve bütün bunlar üzerinden Atatürkçülüğe) ilişkin “olumlayıcı” değerlendirmelere girişen yaklaşımların amaçlarına da hizmet etmeyecektir. Çünkü tek-parti otoriteryanizminin, bu otoriteryanizmin ideolojisi olan Kemalizm’in, Kemalizm’in 12 Eylül sonrası versiyonu olan Atatürkçülüğün ya da “Atatürkçü Düşünce Sistemi”nin Türkiye’de demokrasiyi kurmayı amaçlayan bir târihi-ideolojik pratik olduğunun tam aksini söyleyen olgular ortadadır.
Örneğin: Demokrasi, siyasî ve ideolojik çoğulculuk içinde, serbest seçimlere dayalı bir siyasî süreci anlatıyorsa, tek-parti döneminin konuyla ilgili değerlendirmesinde mevcut olan şu yaklaşım kayda geçmemiş midir? Batı ülkelerinde birden fazla siyasî parti arasında yarışmacı bir biçimde işleyen bir demokrasi var, çünkü orada menfaatleri çatışan sınıflar var. Türkiye’de ise tek bir sınıf olan “halk sınıfı” ve bunu temsil eden tek parti, “halk partisi” var. Tek-parti döneminin “halkçılık” ilkesinin özünü oluşturan bu ilke ve yaklaşım doğru ise o zaman 1950 sonrasındaki “kesintili de olsa” çok-partili siyasî hayat hangi temelde mümkün olmaktadır? Sorunun cevabı, aslında Türkiye’de neden çağdaş standartlarla uyumlu bir çoğulcu demokrasinin kurulamadığını, çok-partili siyasî hayatın aslında tek-parti ideolojisinin târihî mirası üzerinden oluşturulan varyasyonlardan ibaret kaldığını belirtmeyi gerektirmektedir. “Çok partili” dönemde kapatılan siyasî parti sayısı, özellikle mevcut Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu ile siyaset alanını düzenleyen sâir mevzuat ile yargı kararlarına sinmiş olan “Atatürkçülük” temelli yasakçılık, durumu özetlemektedir.
Richard Falk’un Türkiye hakkındaki bir yazısında Türkiye demokrasisini “örtülü otoriteryanizm” diye nitelemesi bu bağlamda çok daha “doğru” bir nitelemedir aslında. Cumhuriyet tarihi, özellikle tek-parti dönemi ve ona hâkim olan ideoloji bugünün Türkiye’sinde demokratikleşmeyi zorlaştıran temel etkenlerdendir. Bu ideolojik engelin kendi dönemi içinde haklı görülmek istenmesi, târih yazıcılığıyla ilgili teorik/metodolojik itirazlar karşısındaki zafiyeti yanında ve ondan da önemli olarak, bugünkü meşrûiyet eksikliğiyle yargılanmalıdır.
Zaman, 17.11.2011