Türkiye, zaman zaman söylemekten kendimizi alıkoyamadığımız gibi, gerçekten ilginç bir ülke. Özellikle de toplumsal ve siyasî düşünceyle ilgilenenler için.
Bu alanda kullanılan kavramlar, bazen öyle akılalmaz bir el çabukluğu içinde ciddî bir anlam bozulmasına uğratılıyor ki, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Son günlerde gündeme gelen “sivil vesayet” deyimi de bu bakımdan çarpıcı bir örnek. Burada vesayet kavramı gerçekten doğru ve yerli yerinde mi kullanılıyor yoksa bu sözcüğe diktatörlük veya darbe çağrışımları ağır basan, hiç olmadık anlamlar mı yükleniyor, belli değil. Oysa vesayet sözcüğünün Türkçede kullanıldığı ve ne anlama geldiğinin çok net olarak ortaya konulduğu pek çok durum var ve bunlara baktığımızda “sivil vesayet” teriminin bir anlam taşıması mümkün değil. Daha doğrusu bir tür “oxymoron” yani birbiriyle çelişen anlamlara sahip olan sözcüklerin bir araya getirilmeleri hâlinde ortaya çıkan anlamsızlık, ya da saçmalık. Bakalım.
Vesayet öncelikle hukukta kullanılan bir kavram. Medenî hukukta vesayet, akıl melekelerindeki bir sakatlık nedeniyle hukukî işlem ehliyetini kısmen veya tamamen yitirmiş olan kişilerin, kendileri adına hukukî işlem yapacak bir himaye mekanizmasını ifade ediyor. Buradaki akıl yürütme, modern hukukun en temel değerlerinden olan kişiyi koruma fikrine dayanıyor. Kendisi için neyin iyi neyin kötü olduğunu fark edip, iyiyi tercih etme (farik ve mümeyyiz olma) yeteneğini kaybetmiş olan kişinin, bu yeteneğe sahip olan bir başka kişinin vesayeti altına konulmasını ifade ediyor. “Askerî vesayete de sivil vesayete de karşıyız” sloganını üretenler herhalde vesayeti bu anlamda kullanmıyorlar.
Vesayetin bir de idare hukukundaki manası var. Burada vesayet, merkezî idarenin yerinden yönetim birimleri üzerindeki denetim yetkisini anlatıyor. Bu anlamıyla vesayet, örneğin valilik makamının belediyenin bazı işlemleri üzerinde sahip olduğu bir denetim imkânını işaret ediyor ama, bu yetkinin kapsamı mutlaka kanunla belirtiliyor, istisnaî bir yetki olduğu için kapsamı mümkün olduğu kadar dar tutuluyor ve medenî vesayetten farklı olarak, vesayet makamının yerine geçerek işlem yapmasını kesin olarak içermemesi gerekiyor. Buradaki akıl yürütme, medenî vesayetten biraz farklı. Merkezî idarenin kontrolü, devlet idaresinin bütünlüğünü koruma endişesinden kaynaklanıyor. Türkiye’de bu anlamda idarî vesayetin gereğinden fazla merkeziyetçi bir idare oluşturduğu, yerel yönetimlerin daha özerk kılınması gerektiği söylenebilirse de, “sivil vesayet” terimi böyle bir eleştiri amacıyla da kullanılmıyor.
VARSA O DA BÜROKRATLARIN VESAYETİDİR
Şimdi tabiî sormadan edemiyoruz: “Sivil vesayet” terimindeki vesayet, hukuktaki yerleşik anlamlarından hiçbirine uygun düşmediğine göre, acaba hangi anlamda kullanılmaktadır? Terim siyasî bir bağlamda kullanıldığına göre, bu soruyu cevaplamak için hukuk alanına değil, siyaset alanına bakmalıyız. Böyle yaptığımızda da, vesayet sözcüğünün siyaset alanında iki yerleşik manası karşımıza çıkıyor. Bunlardan ilki Batı dillerindeki “tutelage” kavramının karşılığı olarak ve daha çok CHP’nin tek-parti dönemini anlatmak için kullanılıyor. İkincisi ise İngilizcedeki “guardianship”in karşılığı ve düpedüz demokrasinin reddedilmesini ifade eden bir kavram.
Siyaset bilimi alanında, CHP’nin tek-parti dönemini anlatmak üzere kullanılan bir kavram olarak vesayet (tutelage), bir bakıma, kendisi için neyin iyi, neyin kötü olduğunu ayırt edemediği ve dolayısıyla seçim yapma ehliyetine de sahip olmadığı varsayılan bir halkın üzerinde kurulmuş olan tek-parti diktatörlüğünü ifade ediyor. Biraz medenî hukuktaki vesayetten esinlendiğini düşünebileceğimiz bu kullanıma göre, tek-parti diktasının amacı, ileride geçilmesi amaçlanan demokratik düzen için uygun ekonomik ve kültürel şartların hazırlanması; yani halkın kendi tercihini düzgünce yapabileceği bir düzeye getirilmesi. Tarık Zafer Tunaya, Maurice Duverger ve Ergun Özbudun başta olmak üzere, siyaset ve sosyal bilimler alanındaki pek çok çalışmanın tek-parti dönemini ve bu dönemin resmî ideolojisi olan Kemalizm’i böyle bir vesayet kavramı aracılığıyla yorumlamış olduklarını burada zikredebiliriz. Anlaşılacağı üzere burada vesayet, halk üzerinde kurulan bir tek-parti kontrolünü anlatıyor ve bu kontrol, ileride amaçlandığı düşünülen bir demokrasiye geçiş hedefine dayanılarak bir anlamda haklı gösteriliyor.
Vesayet kavramının siyaset bilimi bağlamındaki bu kullanımı birçok bakımdan problemli. Bunlar arasında burada özellikle üzerinde durulması gereken problem ise bir toplum üzerinde, ileride o toplumu demokratik bir düzene geçiş için hazırlama amacıyla tek-parti diktatörlüğü kurmuş olanların, toplumun demokrasi için hazır olduğuna nasıl karar verecekleridir. Türkiye’de, tek-parti dönemi böyle bir “nihaî demokrasiye hazırlık” dönemi ise bu hazırlığın bittiği, Türkiye toplumunun demokrasiye geçiş için hazır olduğu kararını kim, ne zaman ve neye dayanarak verecektir? Örneğin 1946’da bu karar nasıl verilmiş, 1923’te kendi kendini yönetme yeteneğinden yoksun olduğu düşünülen Türkiye halkı, yirmi üç senede bu yeteneğe nasıl kavuşabilmiştir? Soruları çoğaltıp mes’eleyi uzatabiliriz.İşin doğrusu galiba şu: Tek-parti yönetiminin demokrasiye geçiş hedefiyle haklı gösterilmek istenmesine rağmen, böyle bir hedef baştan itibaren mevcut değildi. 1920’lerde, ilk TBMM’de de ifâde edildiği üzere, halkı kendi kendisini yönetme imkânına hemen sahip kılmak gerektiğini düşünenler ile böyle düşünmeyenler vardı. Böyle düşünmeyenler sonuçta galip geldiler ve Kemalist tek-parti yönetimi kuruldu. Bu yönetime, 1945 sonrası dünya konjonktürünün neredeyse belirleyici olduğu bir ortamda çok-partili hayata geçildi diye, “sonuçta demokrasiye geçilmesini amaçlıyordu” diye yaklaşmak yanıltıcıdır. Zira sonuçta çok-partili hayata geçilmiştir ama, bu hayatın pek de demokratik olmadığı ortadadır. Nitekim, 1960, 1971, 1980, 1997, 2007 gibi açık darbe, muhtıralı muhtırasız müdahale dönemleri yanında, kendi kendisini idare etme yeteneğinden yoksun olduğu düşünülen Türkiye halkı üzerinde, Kemalist tek-parti zihniyetini kurumsallaştırmak üzere 1961 ve özellikle 1982 Anayasası’na yerleştirilmiş olan vesayet mekanizmalarının demokrasiye aykırı niteliklerini bugün söylemekte ve kaldırılması gerektiğini vurgulamaktayız.
O halde Türkiye’de vesayet, siyasî anlamda tek-parti dönemiyle sınırlı kalmayıp kalıcı bir rejim tipine dönüşmüştür diyebiliriz. Siyaset biliminde vesayetçiliğin ikinci anlamı da burada gündeme gelmektedir. Hemen zikredeyim: Amerikalı siyaset bilimci Robart Dahl’ın kullandığı bu anlamıyla vesayet (“guardianship”), prensip olarak halkın kendi kendisini yönetmesinin mümkün ve hatta istenilir olmadığını düşünenlerin savunduğu, demokrasiye tamamen zıt, bu anlamda demokrasiye alternatif bir başka yönetim biçimidir. Türkiye’de yerleşik hâle gelmiş olan ve daha ileri bir demokrasi için tasfiye edilmesi gereken de bu anlamıyla kalıcı bir anti-demokratik sistem olarak vesayetçiliktir. Bu sistemin taşıyıcısı, 1920-21 Meclis’inde de teşhis edildiği gibi “memurin”, yani “bürokrasidir”. “Sivil vesayet” terimi, bu anlamıyla askerî olanın yanında “sivil bürokrasinin” demokratik süreçleri engelleyici veya bozucu kontrolünü eleştirmek için kullanılıyorsa, belki kabul edilebilir. Ama, sivil sözcüğünün doğru anlamında “yurttaşların (seçilmiş temsilcilerinin) vesayeti” anlamına gelecek biçimde kullanılıyorsa, kişinin kendi kendisini yine kendisinin vesayeti altına almasından bahsetmek kadar saçma olup tipik bir “oxymoron” örneğidir.
Zaman, 14.01.2010