Artık neredeyse dört yıla yaklaşan bir süredir bu sayfalarda ele aldığım konuların zaman içinde birbirini tekrar etmekte olduğunu görüyorum. Tabii bir bakıma sıkıcı denilebilecek bir durum. Ancak işin bir de üzüntü verici yanı var. Birçok temel sorun, üzerinde uzun tartışmalar yapılmasına rağmen çözülmeden duruyor. Durunca, sorunlar tekrar tekrar kamu sahasına çıkıyor, söylemler de tekerrür ediyor, haliyle. Üstelik, bu tür sorunların nasıl çözülebileceği konusunda, yaşadığımız çağın dünyasında birçok önemli örnek var. Daha önemlisi, bu örneklere ek olarak, Türkiye’nin de ait olduğu Avrupa bağlamında yerleşik kural ve ilkeler ile bunların nasıl uygulamaya döküleceği ile ilgili yine yerleşik kararlar var. Üstelik epeydir âşinâ olduğumuz ve demokrasiyle ilgili yaklaşımlarında görece otoriter eğilimler içinde bulunan siyasî çevrelerin bile itiraz edemedikleri, “farklılıklar zenginliğimizdir” diye bir “kamusal sloganımız” var. Bunu ciddiye alıp toplumun siyasî ve hukukî pratiklerine aktarabilsek, sorunların ve söylemlerin tekerrürü de sona erecek. Ama böyle olmuyor.
Örneğin Kürt sorunu. Çağdaş dünyada, farklı etnik kimliklerin bir arada, özgürce, farklılıkların kamusal tanınmasına imkân verilerek yaşamasının o kadar güzel örnekleri var ki, insan sormadan edemiyor: Kanada’dan İspanya’ya, Avustralya’dan İsveç’e kadar uzanan bu zengin “çokkültürcülük” tecrübelerinden, buradan çıkan temel ilke ve değerlerden niye uzak durmakta ısrar ediliyor? Biraz özgürlükçü, farklılıkları kabûl etmeye yönelik her adım atma niyetinde veya buna uygun bir ortamın oluşması ânında, hemen “üniter devlet anlayışı” ile merkeziyetçi ve tekkültürcü devlet yapısını aynı şey zanneden bir kakofoni başlayıp gidiyor. Oysa bu ikisinin aynı şey olmadığını gösteren ve en yakını İspanya olan bir dizi örnek varken. Sonuçta Kürt sorunu, Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarına uzanan geçmişini hesaba katmadan, son çeyrek asrın muhasebesi içinde, çoğu kez şiddete bulanmış bir ortamda bir türlü çözemediğimiz bir sorun olarak duruyor ve durduğu sürece de, bu sorunla ilgili kamusal tartışmalar bir “tekrarlar dizisi” içinde hareket etmeyi sürdürecek. Tabii, tekrarlar içinde hareket, zaman zaman sorunun çözümü yönünde bazı yenilikleri de ister istemez getirecek. Örneğin Türkiye’de bir bakanın devlet televizyonunun Kürtçe yayın yapan kanalında Kürtçe mülâkat vermesini, bundan çok kısa bir süre öncesine kadar kaç kişi düşünebilirdi!
Bu tür önemli yenilikler, yer yer toplumun kalıplaşmış anlayışları içinde alışılmadık gibi göründüğü için şaşırtıcı veya bu yüzden “radikal” zannedilen reformlar önemli elbette. Türkiye, son dokuz-on yıldır böyle reformlara tanıklık ediyor, bu da önemli bir değişim, dönüşüm süreci içinde olduğumuzu idrâk etmeyi mümkün kılıyor. Lâkin, bu durum temel sorunların çözümünü engelleyen güçlü dirençlerin varlığını ve bu yüzden de sorunların ve söylemlerin tekerrür ettiği gerçeğini gözlerden saklamamalı. Nitekim Kürt sorunu ile ilgili olarak bir ara daha sık sözü edilen “açılım”, sorunun çözümü bakımından yeterli olmadı çünkü gerçek bir çözüm için çağdaş dünyanın ileri demokratik standartlarına denk düşen yeni bir devlet ve siyaset anlayışını mümkün kılacak yeni bir anayasa ihtiyacı karşılanamadı. Hemen herkes böyle bir anayasayı talep ettiğini dile getirirken üstelik.
Önceki günkü yazısında Şahin Alpay, Cumhuriyet’in “otoriter lâiklik” ve “tekkültürcülük” mirasının sorunların çözümünde ne denli önemli bir direnç ve engel oluşturduklarına haklı olarak değiniyordu. Bu iki miras, aslında tek-parti döneminde var olan “vesayetçi ideoloji”nin yeni bir yorumunu “Atatürkçü Düşünce Sistemi” diye 1980 darbesinden hemen sonra yeniden inşâ edip darbe anayasasının kurumlarına yerleştirmiş vaziyette. Bir diğer deyişle, 12 Eylül rejimi hem tek-parti vesayetçiliğini ideolojik düzeyde yeniden inşâ etmiş ve hem de bu ideolojinin payandası niteliğinde bir anayasal yapı oluşturmuştur. Onca reforma rağmen hâlâ aynı sorunlar ve aynı çözümsüzlükler bağlamında bulunmamız biraz da bu vesayetçiliğin ideoloji ve anayasal kurumlar olarak sıkı sıkıya örgütlenmiş özelliğinden kaynaklanıyor.
Başörtüsü sorunu, bunun veciz bir örneği. Hem otoriter lâiklik anlayışının, hem bu anlayışın gerçek bir payanda olarak fonksiyon gördüğü vesayetçi ideolojinin ve hem de rejimin anayasal yapısının nasıl bir ve beraber olduğunu açık seçik sergiliyor. Üstelik bu sorun, PKK bağlamında Kürt sorununun ortaya çıkışıyla hemen hemen eşzamanlı. Yani, son çeyrek yüzyılın içinde tekrarlanıp duran bir mes’ele. Aradaki fark, başörtüsü yasağından kaynaklanan sorunun çözümü yönünde TRT-Şeş benzeri bir açılımın dahi yapılamamış olması. Oysa çağdaş dünyanın sunduğu örnekler çok net: Üniversitelerinde başörtüsünü şu veya bu nedenle yasaklayan Türkiye dışında başka bir ülke yok!
Başörtüsü örneğinin “otoriter lâiklik-tekkültürcülük” ikilisinin kuvvetli ve muhkem birlikteliğini ortaya koyan niteliğine sahip bir diğer sorun ise “zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri”. Duruma bakar mısınız: Anayasa, “zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri” ile bunun dışında kalan “din eğitimi ve öğretimi” diye bir ayrım yapıyor. Bunun anlamı, “zorunlu” denilen derslerde, henüz “yetişkin”, yani kendisi tercih yapabilecek erginlikte olmayan çocuklara, farklı din, mezhep, inanç, dünya görüşü ve hayat tarzı pratiklerini de içeren çoğulcu bir tedrisat yapma zorunluluğudur. Böylece, çocuğun din ve vicdanî kanaatle ilgili konularda çoğulcu bir zihniyet ve muhakeme yapma yeteneği kazanması hedeflenmekte, tek bir din veya inancın “zorunlu ders olarak belletilmesinden” uzak durulması amaçlanmaktadır. Bunlar, sadece AİHM’nin konuyla ilgili Türkiye aleyhine verdiği kararda dile getirilmeyip, din ve inanç alanında eğitim öğretimin nasıl olması gerektiği ile ilgili çağdaş akademik çalışmalarda da ağırlıklı olarak işlenen bir husustur. Anayasa’nın zorunlu tutmadığı, yani kişinin kendi isteğine veya küçüğün “kanunî temsilcisinin rızasına” bıraktığı “din eğitim ve öğretimi” ise Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin konuyla ilgili düzenlemesinde yer alan “ana ve babanın bu eğitim ve öğretimin kendi dinî ve felsefî inançlarına göre yapılmasını sağlama haklarına saygı gösterir” hükmüne uygun olmak zorundadır. Oysa Türkiye’de özellikle Alevî sorununun önemli bir bileşenini oluşturan ama bundan daha geniş toplum kesimlerinin taleplerini de içeren bu konuda yerleşik uygulama nedir? Zorunlu eğitim, Sünnî İslâm yorumlarından devletin resmî olarak uygun gördüğü birinin Türkiye’nin çocuklarına belletilmesi biçiminde verilirken, Anayasa’da sözü edilen “isteğe bağlı” din eğitimi ve öğretimi görmezden gelinmekte ve böylece başta ebeveyn olmak üzere küçüklerin kanunî temsilcilerinin isteklerine aykırı veya o istekleri göz önüne almayan bir din eğitimi ve öğretimi yapılmış olmaktadır.
12 Eylül rejiminin temel anlayışına uygun, tipik bir “tekkültürcülük” örneği olan ve toplumu devlet eliyle “türdeşleştirme”yi amaçlayan bu pratik, “otoriter lâiklik-tekkültürcülük” birlikteliğinin acilen terk edilmesi gereken bir örneğidir. Ne yapılacağı bellidir: “Din kültürü ve ahlâk bilgisi alanında çoğulcu ve eleştirel bir zihniyet yapısına uygun bir müfredat uygulamak, bu olamıyorsa zorunlu dersleri tümden kaldırmak. Buna ek olarak, din eğitim ve öğretiminde ebeveynin talebi şartına bağlı olarak ve onların inançlarına saygının gereğini yerine getirerek farklı din ve inanç mensuplarına kendi mensubu oldukları din ve inancı öğretmek. Bu yapılabilirse, başörtüsü sorunundaki kilitlenmişlik de çözülecek ve sadece “kamusal alan” değil, “hizmet veren/alan” yaklaşımlarının ve “üniversite öncesinde kat’iyyen olmaz” değerlendirmelerinin pek bir anlamı kalmayacaktır. Zirâ, bunlar yapıldığında, farklılıkları “tehdit” olarak algılayan “tekkültürcülük” yerini “farklılıklar zenginliğimizdir”in “çokkültürcü” demokrasiye bırakmış olacaktır.
Zaman-Yorum, 05.11.2010