Kürt açılımı” tartışmaları, Türkiye siyasetinin birinci maddesi olmaya devam ediyor. Türkiyeli olup da mes’eleye kayıtsız kalmak söz konusu olamayacağına göre, taraflı tarafsız herkesin, “Kürt açılımı” adlandırmasından tutun da “açılımın içeriği”nin belirsizliği noktasına kadar pek çok boyutta artık söyleyecekleri var.
Geçen yazımda hükûmetin sorunu kalıcı bir biçimde çözme niyetiyle öncülük ettiği teşebbüsün, hükûmet böyle demiş olsun veya olmasın, “Kürt açılımı” olarak adlandırılmasından rahatsız olmamak gerektiğini vurgulamaya çalışmıştım. Aradan geçen zaman içinde, Kürt sorununun çözümü için başlatılan girişimin ülkenin genel demokratikleşmesiyle bağlantılı olduğunu öne çıkaran görüşler, “Kürt açılımı” yerine “demokratik açılım” veya buna benzer genel bir adlandırmanın daha doğru olacağını dile getirdiler. Kürt sorununun Türkiye’nin, son on yılda yapılan tüm reformlara rağmen, genel olarak demokratik bir devlet olamaması ile doğrudan ilintili olduğu göz önüne alındığında, bu görüş yanlış değil. Elbette, Kürt sorununun çözümü Türkiye’nin ileri demokratik devletlerdeki özgürlükleri içeren bir düzeyi yakalamasından geçiyor. Ancak, bunun tersi de doğru. Yani, Türkiye’nin ileri demokratik standartlara sahip bir devlet olması da Kürt sorununun çözümünden geçiyor. Aynı mantık, Alevi sorunu (ve dolayısıyla “Alevî açılımı”) için de söz konusu. Benzer bir durum, gayrimüslim azınlıkların sorunları ile kanımca içinde “başörtüsü sorunu”nun simgesel bir ağırlık taşıdığı “din ve vicdan hürriyeti sorunu” ve bütün bunlara bağlı olarak ileride belki adı böyle konulabilecek olan “demokratik lâiklik açılımı” için de geçerli. Dolayısıyla, mes’ele Türkiye’nin genel olarak demokratikleşmesi mes’elesidir ama, bu genel mes’ele içinde kendine özgü boyutları olan problem alanlarının her biri için izlenebilecek yollar, aranabilecek çözümler, yapılabilecek reformlar, o problem alanının özel adını hak etmektedir. Bu nedenle, son MGK bildirisinin de ışığı altında rahatça marjinalleştiğini söyleyebileceğimiz bazı “keskin” ve “şamatacı” muhalif kesimler dışında, geniş bir toplum kesiminin “Kürt sorunu” olarak adlandırmaktan çekinmediği problem alanına yönelik çözüm girişiminin de “Kürt açılımı” olarak telâffuz edilmesinde bir beis yoktur. Aksi, Kürt sorununa daha doğru ad koyamayan, sorunu bölgesel azgelişmişlik veya kültürel ayrımcılık gibi noktalarda yanlış (anti-demokratik) mecralara çekmeye yönelik “eski” Türkiye’ye geri dönüşü imâ edeceğinden, kaçınılması gereken bir tavırdır. Evet, Türkiye demokrasisi, kamusal hak ve özgürlükler alanını Kürt kimliğinin ifâdesine açık hâle getirdiğinde, Kürt sorunu da büyük ölçüde hâl yoluna girmiş olacaktır.
Bununla birlikte, sorunun ve çözümünün “Kürt” sözcüğünü açıkça içerecek biçimde dile getirilmekte oluşu, açılımın muhtaç olduğu kamusal tartışmanın sağlıklı bir biçimde cereyan ettiğini söylememize maalesef imkân vermemektedir. Hükûmetin başlattığı girişim, Türkiye’nin siyâsî kamu alanının belli başlı aktörleriyle yapılan görüşmelerle sürüyor. Açılımın asıl hedef olan çözüme doğru ilerleyebilmesi için, soruna bigâne kalamayacak tüm Türkiyelilerin desteğine ihtiyaç olduğu vurgulanıyor. Bu desteğin mevcut AK Parti iktidarına kayıtsız şartsız bir destek anlamında olmayıp, çözüm mecraının doğru tespiti ve bu yönde sürecin belli bir noktasında mutlaka gerçekleştirilmesi gerekecek olan Anayasa ve hukuk reformları için elzem olan en geniş toplumsal mutabakatı te’min amacına yönelik bir yol göstericilik biçiminde olması gerektiği açık. Lâkin, son yıllarda iyice belirginleşen bir biçimde Türkiye demokrasisinin en temel sorunlarından biri olarak karşımıza çıkan “demokratik muhalefet” eksikliği, tartışma sürecinin sağlıklı yürümesini zorlaştıran önemli bir faktör olarak karşımızda duruyor.
Ne demek istediğimi biraz açayım. “Kürt açılımı” gündeme geldiğinden bu yana, sâdece siyâsî parti düzeyinde değil, genel anlamıyla siyâsî kamusal tartışma alanında, muhalefet, açılımın içeriğinin belirsizliğinden hareketle, bu açılımın Türkiye’yi böleceğinden söz edegelmektedir. Çok yakın geçmişte cumhurbaşkanlığı seçimi, başörtüsü ile ilgili Anayasa değişiklikleri ve nihayet AK Parti hakkındaki kapatma davası vesîlesiyle yaşanan türden yeni bir kutuplaşma ortamı yaratmaktan başka bir netîce vermesi mümkün görünmeyen bu “korku”, Kürt sorununa demokratik çözümü devletin bekasıyla ilişkili araçsal bir konu hâline getirmekte, hükûmet de bu araçsal mantığa uyum göstererek, bölünme diye bir şeyin söz konusu olmadığı, Türkiye’nin bekasını en iyi kendilerinin düşündüğü türünden karşı açıklamalar yapmaktadır.
Bu durum, Kürt sorununun çözüm yoluna girmesi için elzem olan sağlıklı bir tartışma ortamının oluşmadığını, önü alınmazsa ileride de böyle bir ortamın oluşmasının, hadi imkânsız demeyeyim ama, bir hayli güç olduğunu işâret etmektedir. Dikkat ederseniz, Kürt sorunu ile ilgili çözüm girişimi, sorunun ve dolayısıyla açılımın adından görece bağımsız olarak, kurulu düzenin olduğu gibi muhafazası ile elde edilebilecek hedeflere yönelik olamaz. Sorunun çözümü, on yıllar öncesinden beri Türkiye siyâsetinde açıkça vurgulandığı biçimiyle, Kürt kimliğinin (“realitesinin”) tanınmasından geçtiğine göre ve bu “tanıma” da “Kürt dili”nin tanınması ile adetâ eşanlamlı olduğuna göre, kurulu düzenin muhafazası ile bu nasıl olabilir ki! Aynı şey merkezî idâre ile yerel yönetimler arasında var olan, aşırı merkezîyetçi ve demokrasiden yana olanların hep şikâyet ettikleri bir gerçeklik olarak- vesâyetçi yapının tasfiyesi bağlamında da söz konusudur.
Henüz çok açık bir biçimde dile getirilip tartışma konusu yapılmasa da, çözümün içeriğinde yer alacak en önemli unsurları meydana getiren bu iki konudaki yaklaşım, tepkici muhalefetin aşırı milliyetçi söylemine temel oluşturan araçsal mantıkla savunulabilir mi? Kürt sorununun çözümü, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürtlerin kendi kimliklerini çağdaş çokkültürlü demokratik devletlerdeki standartlara uygun olarak ifâde etme ve geliştirme yönündeki tüm hak ve özgürlüklere sâhip olmalarından geçmektedir. “Kürt açılımı”, bu özgürlükçü yönelimi bir ahlâkî-siyasî değer olarak benimsediği ve herhangi bir başka amacın aracı hâlinde düşünmediği ölçüde kıymetlenecek ve yaygın bir toplumsal ve siyasî mutabakata konu olabilecektir.
Yakın geçmişte, başörtüsü yasağının kaldırılması ile ilgili tartışmalar ve yaşananlar, özgürlüklerle ilgili konuların araçsallaştırılmasının ne kadar olumsuz sonuçlar verdiğini göstermemiş midir? Başörtüsü yasağının kaldırılması gerektiğini bir temel hak ve hürriyet ilkesinin gereği olarak savunanlar, bu süreçte, yasağın kaldırılmasının Türkiye’nin kurulu “lâik” düzenini bozacağını düşünen ve maalesef “devletin düzeni ile hürriyetler çelişirse öncelik devlet düzenine verilmelidir” görüşünü savunan hukuk adamlarının yargılarına yenik düşmediler mi? Şimdi aynı akıbet, temel hak ve hürriyetlerle ilgili ilkelerin her türlü araçsallıktan arındırılmış olarak Kürt sorununun çözümünde savunulması bağlamında da kuvvetli bir ihtimal olarak önümüzde durmaktadır. AK Parti iktidarı, açılımın içini süreç içinde ve tüm siyasî ve kamusal aktörlerin aktif katılımını mümkün olduğunca te’min ederek doldurup, adım adım ve en az radikal değişiklik gerektiren alanlardan başlayarak yürüme yolunu seçmiş; bu ihtimali ortadan kaldırabileceği ise bence biraz şüpheli…
Zaman, 27.08.2009