6 Eylül 2023
1989-91 yıllarında Moskova merkezli dünya sosyalist sisteminin çökmesinin ardından, bu sürece içeriden tanıklık edenlerin anıları hâlâ yayımlanmaya ve ilgi toplamaya devam ediyor. Yirminci yüzyılda yaşanan bu büyük sosyo-politik deneyin ve deneyimin muhasebesinin hakkıyla yapılıp gerekli derslerin çıkarılması henüz tamamlanmış değil. Konuya farklı farklı açılardan ışık tutan anılara da, farklı açılardan değerlendirmelere de hâlâ ihtiyaç var.
Lea Ypi’nin 2021’de Britanya’da “Free: Coming of Age at the End of History” (Özgür: Tarihin Sonunda Büyümek), Kuzey Amerika’da “Free: A Child and a Country at the End of History” (Özgür: Tarihin Sonunda Bir Çocuk ve Bir Ülke) başlığı ile yayımlanan kitabını okurken bu konu hakkında yazmam gerektiğini düşünmüş ve bunun için Türkçe çevirisinin yayımlanmasını beklemeye başlamıştım. Kısa sürede yirmiden fazla dile çevrilen kitap, sonunda ülkemizde de Temmuz 2023’te “Özgür: Her Şey Parçalanırken Büyümek” başlığı ile yayımlandı.(1)
Günümüzde LSE’de(2) politik teori dersleri veren Lea Ypi (Üpi okunur), anılarının ilk yarısında Avrupa kıtasında Kuzey Kore benzeri bir Stalinist rejimin 1990 sonuna dek hüküm sürdüğü(3) Arnavutluk’taki hayatı 1979’da dünyaya gelmiş bir çocuğun gözlerinden aktarıyor. Kitabın ikinci yarısında ise ortaokul ve lise yıllarında tanık olduğu, yazarın “sosyalizmden liberalizme geçiş” dediği döneminin travmatik olayları yer alıyor. Her iki döneme ait bu kişisel tanıklıklar çok değerli. Bu konulardaki kişisel görüşleri, ideolojik ve politik tercihleri ne olursa olsun, tüm okuyuculara bir şeyler verebilecek, belki bazı hususları yeniden düşünmeye teşvik edebilecek bir kitap bu.
Lea, matematik öğretmeni annesi Vyolka, orman mühendisi babası Cafer, erkek kardeşi Lani ve babaannesi Leman ile Arnavutluk’ta yokluk ve yoksunluk içinde yaşamaktadır. Etrafında tüm gördüğü bu aynı durum olduğundan, “başka bir dünyanın mümkün olabileceği” –hele o küçük yaşlarda– elbette ufkunda bile yoktur. Doğal olarak, içine doğduğu bu dünyada mutlu mesut bir çocukluk geçirmektedir. Arnavutluk dışındaki dünya ile temasları ise tek tük –ve elbette sıkı kontrol altında– gelen bazı turist grupları, ve zar zor izleyebildikleri bir iki Yugoslav televizyon kanalıdır.
Yugoslavya’da da komünist partinin tek parti diktatörlüğü olmakla beraber, Arnavutluk’a kıyasla –özellikle sosyo-ekonomik ve kültürel konularda– çok daha ılımlı politikalar izlenmektedir. Ailenin Yugoslav televizyon yayınlarından en çok izlediği şey ise reklamlardır. Ne zaman reklamlar başlasa, babası o sırada genellikle mutfakta bir şeyler yapmakta olan annesi ile babaannesine heyecanla “Reklama! Reklama!” diye bağırarak haber verir. Onlar da koşarak salona gelip hep birlikte –Arnavutluk’ta kimsenin görmediği– türlü çeşitli cazip tüketim ürünlerini keyifle seyrederler. Fakat annesi ile babaannesi o sırada anında bırakmaları imkansız bir şey yaptıkları için salona koşup gelmeleri gecikir de, reklamları kaçırırlarsa, babası hemen “suç bende değil, size seslendim fakat geç geldiniz” dese de, böyle sık sık yaşanan aile kavgalarından biri daha patlak verir. İki kadın bir olup onu ev işlerine hiç yardımcı olmadığı için, bütün iş onlara kaldığı için, reklamları kaçırmalarına neden olmakla suçlarlar.
Kitap kapağında görülen, vazo olarak kullanılmış boş kola kutusu ise, Arnavutluk’ta adeta elmas gibi ender bulunan bir objedir. Dolusunu görenin hemen hiç olmadığı, boş bir Coca-Cola kutusunun evlerde salonun baş köşesine konmuş bir süs eşyası olarak kullanılması statü sembolü haline gelmiştir. Çünkü bunun dışında bütün evler, mobilyaları ve tüm diğer eşyaları ile tıpatıp aynıdır. Geri dönüşüme girerek vazoya dönüşmüş bu boş teneke kutusunun yeri, genellikle televizyon ya da radyo üzerindeki oya üzeri, çoğunlukla da bir Enver Hoca resminin yanıdır.
Bir gün nihayet Leaların da evinin de bu statüye kavuşup kısa bir süre sonra bu değerli objenin kaybolmasıyla ilgili olarak yaşananlar da tam bir kara mizah örneğidir. Ayrıca, Kuzey Kore’de sınırdan asla geçemeyecek böyle bir “emperyalist” şeyin Arnavutluk’a –herhalde turistlerle birlikte– girmesine şaşırtıcı bir şekilde göz yumulduğunu da bu vesileyle öğrenmiş oluyoruz. Oysa, “emperyalist” ya da “revizyonist” olmakla suçlanıp asla kullanılmaması gereken bazı saç modelleri, oje renkleri var.
Lea’nın annesi, babası, babaannesi (şifreli anlamını ve ayrıntılarını çok sonra öğreneceği “biyografi” nedeniyle) partili değildir ve olmaları da mümkün değildir. Çocuklarının aynı ayrımcılıkları ve dezavantajları yaşamaması için aile geçmişi özenle gizlenmekte ve onların rejimin istediği “makbul vatandaş” (ve “yoldaş”) olacak şekilde “eğitim” görmesi desteklenmektedir. Fakat böyle bir “eğitim” alan Lea evde hiç Enver Hoca resminin bulunmamasını sorgulamaya, bundan şikayetçi olmaya başlamıştır. Bunu dile getirdiği her defasında ise, aile büyükleri herkesin evinde olduğundan daha büyük, daha güzel bir resim ve bir de ona uygun resim çerçevesi aradıkları, bir gün elbet bulup koyacakları gibi sözlerle konuyu savsaklamaktadırlar.
Bir ara ailece çok yakın dostları olan partili komşuları Mihal ve Donika ile birlikte yemek yerken Lea, sitemle “bana Enver Amca’nın resmini koyacaklarına söz verip duruyorlar fakat hiç yapmıyorlar. Sanırım onlar Enver Amca’yı sevmiyorlar” deyiverince bir anda ortalık buz kesilir, herkes donup kalır. O sırada mutfakta bulunan babaanne hemen gelip salona açılan kapı içinde dururken elleri titremektedir. Babası elindeki çatalı düşürür. Bir süre evde lambanın etrafında dönen sineklerden başka hiçbir ses duyulmaz. Ardından, az önce onun ne kadar akıllı olduğunu söyleyerek istemeden belki onu böyle bir fırsattan yararlanmaya yüreklendirmiş olan partili komşu Mihal Amca yüzünü asarak “Bu söylediğin akıllı kızların söyleyeceği bir şey değil. Böyle bir şey söylemek çok aptalca oldu, şimdiye kadar senden duyduğum aptalca şey” der ve şöyle devam eder: “Annen baban Enver Amca’yı seviyorlar. Parti’yi seviyorlar. Bir daha hiç kimseye böyle aptalca şeyler söylememelisin. … Anlıyor musun? Bu söylediğini bir daha asla tekrar etmemelisin. … Bana söz ver, eğer bir daha ailen hakkında aklına böyle aptalca fikirler gelecek olursa, gelip bana söyleyeceksin. Bana, başka hiç kimseye değil. Donika Teyze’ye bile değil. Anlıyor musun?”
Bu anekdot totalitarizm altında bırakın tek adam (ve/ya da tek parti ve/ya da resmi ideoloji) hakkında olumsuz duygu ve düşüncelere sahip olmayı, onu sevmemenin bile insanlar için nasıl tehlikeli olduğunu gösteren örneklerden sadece biridir. O kadar ki, lideri sevmeyen birileriyle dost olmanın da aynı kapıya çıktığını, bu konularda insanın eşine bile tam güvenemediği durumlar olabileceğini göstermektedir. Sovyet blokunda Stalin sonrasında yaşanan görece yumuşamadan Enver Hoca tarafından tecrit edilen 1991 öncesi Arnavutluk George Orwell’in 1984 adlı romanından uyarlama bir filmin setini andırmaktadır.
Lea’nın ilkokula başlaması da olaylı olur. Altı yaşını ancak okullar açıldıktan bir hafta sonra dolduracağı ve kuralı biraz esnetmeyi kimse göze alamadığı için, parti Merkez Komitesinin eğitim bürosundan özel izin almaları gerekmektedir. Anne ve babası günlerce bu görüşmeye hazırlanırlar, çocuklarına da Parti ve Enver Amca ile ilgili bütün şiirleri çalıştırırlar. Parti Merkez Komitesi binasına yaklaştıklarında, en önde giden annesi geriye dönüp baktığında birden “Beyaz!” diye çığlık atıp küçük Lea’nın saçlarını arkadan bağladığı kurdeleye endişeyle bakar. Bunun üzerine babası tek kelime etmeden hemen koşarak eve giderek on beş dakika içinde elinde bir kırmızı kurdele ile nefes nefese geri döner ve mülakata ucu ucuna yetişirler.
1991 öncesi Arnavutluk’a çoğunlukla iki grup turist gelir: Birinci grup, ülkelerindeki sosyal-demokrasiyi beğenmeyip “dünyada sosyalizmi ilkeli, tutarlı ve tavizsiz bir şekilde inşa eden tek ülke” olarak gördükleri Arnavutluk’taki Stalinist rejime tapan bazı İskandinav Marksist-Leninist sosyalistlerdir. İkinci grup ise, Avrupa’nın bu muhtemelen en yoksul ülkesine önyargılı ve yukarıdan bakan, egzotik yerlere meraklı antisosyalist turistlerdir. Birincilere “hayalperestler”, ikincilere ise “gerçekçiler” diyen yazar küçük yaşlardan beri ikinci grubu çok daha fazla itici bulmaktadır.
Örneğin, Lea 9 yaşında iken bir okul gezisinde caddede bir turist otobüsü manevra yaparken karşıdan karşıya geçmektedir. O sırada turistler ona dikkatli olması için Fransızca seslenirler. O da Fransızca cevap verince bir anda etrafında bir düzine kadar Fransız turist toplanır. Nasıl olup da Fransızca konuşabildiği, Fransa’yı bilip bilmediği gibi kibir kokan sorularla ona “hayvanat bahçesinde en çok ilgilerini çeken hayvanı nihayet bulmuş gibi” davranmalarına çok bozulur. Bunun üzerine onlara Victor Hugo’nun Sefiller romanındaki sokak çocuklarından Gavroche’un söylediği şarkıdan bir bölüm okuyup hiç bilmedikleri, tanımadıkları insanlara önyargılı ve kibirli olmak nasılmış, gösterir.
Arnavutluk’taki korkunç yokluk ve yoksunluğu allayıp pullayıp idealize eden ve sonra da İskandinav ülkelerindeki konforlu hayatlarına dönerek orada viskilerini yudumlayıp böyle “aykırı” (“hayalperest” ve “havalı”) “devrimci” lafazanlıklar yapan birinci grupla doğal olarak bizlerle paylaşacak böyle bir anısı olmamıştır Lea’nın. Onların “güncellenmiş” versiyonları ile ise daha sonra karşılaşacaktır.
Lea 10-11 yaşındayken Doğu Avrupa ülkelerinde totaliter komünist rejimler birer birer çökmeye başlamıştır. Üstelik süreç sadece Polonya, Doğu Almanya, Çekoslovakya, Macaristan, Bulgaristan gibi Moskova çizgisinde olanlarla sınırlı kalmamıştır. Kâğıt üzerinde hâlâ Varşova Paktı üyesi olmakla beraber, fiilen adeta bağlantısız devletler topluluğu üyesi gibi hareket eden Romanya, ve Moskova’ya ilk başkaldıran ve Varşova Paktı dışında kalıp bağlantısız devletler topluluğuna öncülük eden devletlerden biri olan Yugoslavya’da benzer bir süreç eş zamanlı olarak yaşanmaya başlamıştır. İlginçtir ki, tüm bu ülkeleri Marksist-Leninist çizgiden saparak “revizyonist” olmak, “emperyalizme ve kapitalizme karşı tavizkar politikalar izlemek” vs. ile suçlayan Arnavutluk da bunun dışında kalamaz. (4)
Dünyada yaşanan bu olaylar o sıralarda ilkokulu bitirip ortaokula başlama yaşlarındaki Lea’nın aklının erebileceği, doğru dürüst bilgi sahibi olabileceği konular değildir elbette. 1991 öncesi Arnavutluk’ta bizzat görüp yaşadığı, hiç bitmek bilmeyen yokluklar ve kuyruklar dahil, sayısız olumsuzluklar da onun zihninde büyükler kadar olumsuz izler bırakmaz. Çünkü onun dünyasında hemen herkes benzer koşullarda yaşamaktadır. Dolayısıyla, içine doğduğu bu dünya onun için “normal” olup bu şartlar çerçevesinde, istikrar içerisinde, mutlu mesut yaşayıp gitmektedir. Ne var ki, Lea’nın bu dünyası 1990 sonundan itibaren başlayan geçiş süreci ile alt üst olur.
İlk şok eski rejimin bir daha geri gelmemek üzere gittiğinden emin oldukça aile büyüklerinin onunla yavaş yavaş paylaşmaya başladıkları, ailesinin geçmişiyle ilgili sırlardır. Bunu eski sistemin iflas edip çöktüğü fakat sürecin iyi yönetilememesi sonucu onun yerini alacak yeni sistemin henüz kurulmadığı, kaotik bir geçiş sürecinin yol açtığı, daha önce hiç yaşamadığı derecede olumsuzluklar izler. Bunlar da onun bir yandan aile büyüklerini izleyerek değişime ayak uydurmaya çalışırken, bir yandan değişimle birlikte gelen olumsuzluklar karşısında ister istemez geçmişe biraz nostalji ile bakmasını getirir.
Buna bir örnek, Batı dünyasındaki İzcilere benzeyen, fakat çocukların aşırı dozda ideolojik-politik endoktrinasyona tabi tutuldukları Piyoner (5) örgütünün son etkinliğidir. Lea’nın “inanılmaz derecede çok çalışarak kazandıktan sonra her gün gururla takarak okula gittiği kırmızı Piyoner fuları” ile katıldığı bu iki haftalık yaz kampı hem onun “son Piyoner etkinliği”, hem de “devletin verdiği son tatil paketi” olmuş. O çok kıymetli “kırmızı Piyoner fuları” ise, daha sonra artık “kitap raflarının tozunu aldıkları bir bez parçası” olup eski Arnavutluk’ta insanların kazandıkları tüm o yıldızlar, nişanlar, madalyalar ve sertifikalar gibi hiçbir kıymetiharbiyesi kalmamış.
Kitabın aynı bölümünde “emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasiyi son kez kutladıkları” denildiğinde – bazı okuyucuların kafası karışabilir belki – herhalde söz konusu olsa olsa totaliter rejimin tek sesli basın ve yayın araçlarıyla yaymaya çalıştığı fakat kimsenin inanmadığı desteksiz yalanların 11 yaşındaki bir çocuğun zihninde yansımasından ibarettir. Yoksa Arnavutluk’ta insanların sevmeme hakkının bile olmadığı tek adam, tek parti yönetimine dayalı, totaliter komünist rejim altında emekçilerin baskı altında olmadan kutlayacakları bir özgürlük ve demokrasi olmadığı açıktır. Bunun hemen ardından gelen “Romanya’da Çavuşesku’nun ‘Enternasyonal’ marşını söylerken kurşuna dizilerek öldürülmesi” bahsinde de aynı durum söz konusu olsa gerek. Herhalde Arnavutluk (ya da belki Yugoslavya) basınında olay bu şekilde haber yapılmıştır. Onu bu şekilde kahramanlaştırma çabasının altında yatan neden ise, bir yandan, ülkesinde benzer bir totaliter rejim kurması, diğer yandan ise, Moskova’dan bağımsız bir dış politika izlemeye çalışması olabilir ancak. Üstelik Çavuşesku bunu yaparken emekçi sınıfların enternasyonal dayanışmasının tam tersi yönde hareket edip ABD ve diğer NATO devletleriyle özel ilişkiler geliştiriyordu. Ölüme mahkûm edilip kurşuna dizilmesi sırasında “Enternasyonal” marşını söylemeye kalktığı da zaten hiçbir belge ve kanıta dayanmayan bir iddia ve rivayetten başka bir şey değildir.
Arnavutluk’ta 1990 sonrasının olumsuzlukları arttıkça Lea’nın tepkisi de artar. Gemi ya da tekneyle İtalya’ya gidenlerin başlarına gelenler üzerine, “eskiden sosyalist ülkelerden kaçan herkese kahraman, şimdi ise suçlu gibi” muamele edildiğini söyler. Ona göre, Batı (liberalizm) tarafından insanların dışarı çıkmaları engellendiği ve buna kalkışanlar hapse atıldığı sürece özgürlük savunuculuğu yapılıp, bu durum değiştiğinde ise, özgürlük savunuculuğu rafa kaldırılarak bu kez insanların içeri girmeleri engellenmekte, buna kalkışanlar hapse atılmaktadır. Zaten o “seyahat özgürlüğü” de parası olmayan insanlar için hiçbir şey ifade etmemektedir.
Bu sancılı geçiş döneminin olumsuzlukları 1997’de doruğa çıkar. “Piramit sistemi” denilen (bizde daha çok “saadet zinciri” olarak adlandırılan) firmalar ortaya çıkmış, insanlar yüksek gelir beklentisiyle birikimlerini bunlara yatırmış, sonra bu firmalar birer birer batmıştır. Bunun üzerine başlayan gösteriler ve olaylar hızla büyüyüp kontrolden çıkarak aylarca ülkede devlet otoritesinin yerini yağmalar, silahlı çeteler ve çete savaşları alır, birçok yerleşim yeri çoğu mafya tipi değişik silahlı çetelerin kontrolüne geçer.
İç savaşı andıran ve iki bini aşkın kişinin ölümüyle sonuçlanan bu terör ortamında Leaların evinde kulakları sağır edercesine kalaşnikof sesleri duyulur, pencerelerinin önüne boş mermi kovanları düşer. Lea’nın birkaç gün dili tutulur ve bu sırada intihar düşüncesi bile aklından geçer. Bu nedenle bir süre kaygı bozukluğu için Valium vb. ilaçlar alması gerekir. Lea bu sırada artık lise son sınıfta okuyan, 18 yaşında bir gençtir.
İktidardaki Demokrat Partinin kadın kolu merkez yöneticilerinden biri olan “girişimci ruhlu” annesi ile arası pek iyi değildir. Bu tür konularda annesiyle sık sık tartışan babasına daha yakındır. Annesi 1991 öncesinde bir defasında kolektif çiftlik çalışanı birinden yasa dışı olarak elli tane civciv satın alıp gizlice kendi bahçelerinde tavuk beslemeye kalkmıştır. Sonra, 1991’de Lea’nın babaannesiyle birlikte gittiği Atina seyahati dönüşü, yakın çevrelerindeki insanlara hediye götürmeleri için ev sahiplerinin verdiği kabak lifinden yapılmış banyo süngerlerinden para kazanmak için 12 yaşındaki Lea’yı sokak satıcısı olarak kullanmıştır. Hatta bu son “saadet zinciri” krizinde de ailenin çok fazla olmasa da, bir miktar para kaybetmesine neden olmuştur.
1997’deki terör ortamında bunlara bir başka ve oldukça travmatik bir olay daha eklenir. Lea’nın annesi ve erkek kardeşi Lani’nin sahilde bulunduğu bir sırada çevrede silahlı çatışmalar kızışınca, can havliyle annesi İtalya’ya giden bir gemiye binmeye karar verir. Neyse ki sağ salim oraya varıp eve telefon eder. Önce siyasi iltica, sonra vatandaşlık başvurusunda bulunup onları da yanına almayı düşünmektedir. Lea’nın babası ise artık onunla konuşmayı reddetmekte, hatta kendisini mahkemeye vereceğini ve boşanacağını söylemektedir.
Onun ısrarıyla Demokrat Parti milletvekili olan babası parti içinde muhalif konumdadır. Bu partiyi artık sosyal demokrasiyi benimsemiş eski komünist parti üyelerinin bulunduğu Sosyalist Partiden daha yakın bulmuştur kendine. Fakat eskinin reddi konusunda olduğu kadar kafası açık değildir yeninin nasıl olması gerektiği konusunda. Hatta onun da içinde yer aldığı bir grup milletvekili, yayınladıkları bir bildiri nedeniyle, parti yönetimi tarafından “kızıl oportünistler” olarak adlandırılmıştır.
Lea’nın lise sonuncu sınıfta olduğu 1997’deki olaylar sırasında okullar kapanır, dersler televizyondan görülür. Sadece Haziran sonunda birkaç gün açılıp son sınıf öğrencilerin sınavları yapılabilir. Ardından üniversite eğitimi için Lea da İtalya’nın yolunu tutup felsefe ve özel olarak da (ülkesinde yaşanan sosyalizm deneyi ve deneyimi için teorik referans oluşturan) Marksist felsefe okur.
Lea, insanın “nasıl biri olmak istiyorsa öyle olmasına, hatalar yapıp onlardan ders çıkarmasına, dünyayı kendince keşfetmesine” eskiden sosyalizmin, şimdi ise farklı şekillerde kapitalizmin “imkan vermediği” kanaatine varmıştır. Üniversite yıllarında tanıştığı Batılı sosyalistlerin Doğu Avrupa’da (eski SSCB topraklarında 1917, diğer Doğu Avrupa ülkelerinde 1945 yılından beri) uygulamaya konmuş sosyalizmi hiç dikkate almayıp, neyin doğru, neyin yanlış yapıldığını inceleyip gerekli dersleri çıkararak özgürlük mücadelesine devam etmek yerine, “o zaten gerçek sosyalizm değildi, gerçek sosyalizmi yarın biz kuracağız” şeklinde bir anlayış içinde olmalarına da tepki duyar.
Klasik liberal düşünceyi benimseyen annesi o dönemde aralarındaki ideolojik ve politik kutuplaşmayı iyi idare eder. Sadece bir keresinde kuzenlerden birinin geçmişte sosyalist Arnavutluk’ta yaşanan onca şeyden sonra Lea’nın yurt dışına gidip oralarda nasıl sosyalizmi savunabildiğine şaştığını söylediğini aktarır, o kadar. İkisi buna sadece gülüp geçer; konuyu kurcalamazlar. Yazar aslında bu soruya verilecek cevabın bir kitap tutacağını düşünür. İşte o kitap bu kitaptır.
Elbette bu cevabı tatmin edici bulup bulmamak kişiden kişiye değişebilir. Lea’nın liseyi bitirdiği 1997 yazında üniversitede felsefe okumaya karar vermesi ve Marksizm konusunda babasının dile getirdiği düşüncelere biraz yakın duran benim gibi okuyucular bu cevabı pek tatmin edici bulmayabilirler. Fakat kitabın asıl önemi ve değeri burada değil, yazarın deyimiyle “sosyalizmden liberalizme geçiş” dönemine ait yaşanmışlıkları, tanıklıkları okuyucuya çok güzel bir şekilde aktarmasıdır.
Aslında Lea’nın “sosyalizmden liberalizme geçiş” sürecinde yaşadığı sorunu ve ikilemi kitaptaki birçok değerli anekdottan biri çok güzel temsil ediyor bence.
Eski “Partili” komşuları ve aile dostları Donika 1990 sonrasında bir gün elinde içi sarı sıvı dolu bir şişeyle Lealara gelir. Bunu bir kuzeni Atina’dan hediye olarak getirmiştir. O da limonlu şampuan olduğunu düşünerek saçlarını onunla yıkayınca kafasında acayip bir karıncalanma ve kaşıntı başlamıştır. Bu yüzden Lea’nın babaannesinden etikette Yunanca neler yazdığını öğrenmek ister. Babaanne de ona bunun şampuan değil, “bulaşık makinesi sıvısı” denen bir şey olduğunu söyler.
Yazarın anlattıklarından benim anladığım; sanırım Arnavutluk’ta yaşanan “sosyalizmden liberalizme geçiş” de maalesef biraz böyle olmuş. Bundan kimlerin ne derece sorumlu olduğu da ayrı bir konu. Herhalde tek masum taraf, 18 yaşından küçük Arnavutluk vatandaşlarıydı.
Öte yandan, Arnavutluk halkının büyük bölümünde hayatın bu travmatik geçiş döneminde eskisinden kötü olduğu kanaati oluşması anlaşılabilirse de, bu sürecin söz konusu sosyalist ülkelerin tümünde böyle yaşanmadığını da unutmamak gerekir. Örneğin, Çekoslovakya’da “sosyalizmden liberalizme geçiş” dönemi Balkanlar’dan Kafkasya’ya uzanan coğrafyadan çok farklı yaşandı.
Eski Çekoslovakya’nın dağılmasının (Çekya ve Slovakya olarak iki devlete ayrılmasının) son derece barışçıl bir şekilde, tereyağdan kıl çeker gibi, bir referandumla gerçekleşmesi ile eski Yugoslavya ve SSCB’nin dağılmasının son derece kanlı bir şekilde, savaşlar, soykırımlar vb. yaşanarak gerçekleşmesi, ve o toprakların hâlâ yer yer alevlerin yükseldiği (Ukrayna’daki savaş gibi) bir yangın yerini andırması arasındaki büyük tezat nasıl açıklanabilir?
Yazar kitabın son paragrafında şöyle diyor: “Benim içinde yaşadığım dünya özgürlüğe annemin ve babamın kaçmaya çalıştıkları dünya kadar uzak. İkisi de bu idealden uzak. Fakat başarısızlıkları farklı şekillerde oldu, ve bunları anlayamazsak, bölünmüşlüğümüz devam edecek. İşte benim hikâyemi yazma nedenim bu mücadeleyi anlatmak, uzlaştırmak ve sürdürmek.”
Burada yazarın sosyalist dünya ile liberal dünyanın – her iki düşünce akımının da sahiplendiği – özgürlük idealine aynı derecede, eşit mesafede uzak olduğunu iddia ettiğini sanmıyorum. Sanırım burada kastedilen, ikinci cümlede vurgulandığı gibi, ikisinin de özgürlük idealini gerçekleştirmeyi farklı şekillerde başaramamış olduğu. 1917’de Rusya’da başlayan “kapitalizmden sosyalizme geçiş” sürecinin özgürlük idealini gerçekleştirmekten ne kadar uzak olduğu açık. Üstelik Rusya’daki Bolşeviklere ve onların peşinden giden diğer ülkelerdeki komünistlere bunun böyle olacağını daha baştan söyleyip uyaran liberaller de, sosyal demokratlar ve sosyalistler de vardı. Bugün liberal dünya da “dikensiz gül bahçesi” değil. Hatta, genel olarak “liberal demokrasi” ortak paydasına sahip olmak dışında, “serbest rekabet”, “serbest piyasa” gibi bir dizi liberal kavramın – ülkeden ülkeye, yıldan yıla önemli değişiklikler gösterebilen – bu dünyada ne derece hayata geçirilebildiği de tartışılır.
İnsanın özgür olarak “nasıl biri olmak istiyorsa öyle olmasına” imkân verilmesi büyük bir soru. Bu ve benzeri sorulara farklı deneyimleri anlatarak ve anlamaya çalışarak, uzlaştırmaya çalışarak cevaplar aramak, insanlığın tarih boyunca yürüttüğü özgürlük mücadelesinin sürdürülmesi ve ilerletilmesi için çok değerli. Lea Ypi’nin anı kitabı bu çabalara önemli bir katkı oluşturuyor.
Sonnotlar:
1. Ben kitabın Türkçe çevirisini okumadım fakat şöyle hızlıca göz attığımda dikkatimi çeken bir soruna değinmek zorundayım. Özgün metinde (en azından benim okuduğum K. Amerika basımında) baklava, börek, kısmet, inşallah gibi Osmanlı döneminde Balkan dillerine de girmiş ve hala kullanımda olan bazı kelimeler İngilizceye çevrilmeden ve buradaki gibi yatık yazılırken, Türkçe çeviride bu ayrıntının gözden kaçması kitaptaki kültürel bir rengin kaybolmasına neden olmuş maalesef.
2. Açık adı: “London School of Economics and Political Science” (Londra Üniversitesi Ekonomi ve Siyaset Bilimi Fakültesi), kısaca “London School of Economics”.
3. Enver Hoca liderliğindeki Arnavutluk Emek Partisi, Stalin’in 1953’te ölmesi ve özellikle Sovyetler Birliği Komünist Partisinin 1956’daki 20. Kongresinde Stalinizmin mahkum edilmesinden sonra, giderek Sovyet blokundan uzaklaşıp Mao liderliğindeki Çin’le birlikte hareket etmeye başlamıştı. Çin’de Mao sonrası dönemde başlayan değişimlere de karşı çıkan Tiran, daha sonra (kendi özgün ideolojisine vurgu yapan bir kişisel hanedanlık rejiminin kurulduğu ve Moskova ile ilişkileri korumaya da önem veren Kuzey Kore’den farklı olarak) adeta dünyada Stalinizmin merkezi haline gelmişti. O dönemde (1970’lerin ikinci yarısında) Tiran çizgisini Türkiye’de savunan başlıca grup “Halkın Kurtuluşu” olup günümüzde bu hareket “Emek Partisi” (EMEP) olarak devam etmektedir.
4. Oysa, Arnavutluk’a üç aşağı beş yukarı benzer çizgi izleyen Çin’in ya da Kuzey Kore’nin yanı sıra, “başını Sovyetler Birliği’nin çektiği dünya sosyalist sistemi” içinde yer alan Vietnam ve Küba gibi bazı Avrupa dışı sosyalist ülkeler aynı akıbeti paylaşmazlar.
5. Burada tamamen farklı bir alan olan çeviri meselelerine girmek istemem fakat Türkçe kitapta bu terimin “Öncü” olarak çevrildiğini gördüm. Oysa Türkçeye bu “Piyoner” olarak girmiş bulunmaktadır. Tıpkı “Komünist Parti” yerine “İştirakiyun Fırkası” (ya da “Lordlar Kamarası” yerine “Ağalar Odası”) demediğimiz gibi, bunda da aynı yolu izlemek gerekir.