Başbakan Erdoğan, tüm dünyanın gözü önünde özgürlükçü bir laiklik savunarak, Kemalistlerin sandığının aksine bugüne dek bu konuda “takiyye” yapmadığını ispatladı. Ancak bununla başlayan tartışma da gösterdi ki, AK Parti’ye oy veren herkes, “Milli Görüş gömleğini” çıkarmamış.
Kuşkusuz laiklik tartışması, Kemalizm’in 80 yıldır dayattığı “ucube” üzerinden yapılmamalı. Din özgürlüğüne saygılı bir “din ve devlet ayrımı”ndan bahsediyoruz burada.
Bu konudaki kayda değer itirazlardan birini, bizim gazetenin köşe yazarlarından muhterem Sibel Eraslan hanımefendi getirdi. Laikliğin bir Aydınlanma fikri olduğunu, oradan çıkan her şeyin “insanın Tanrı ile hesaplaşıp, onu göklere hapsettikten sonra birey ol[uşuyla]” işlediğini, yani İslam’la temelden çeliştiğini savundu.
Oysa, daha önce de vurguladığım gibi, bizde nedense “standart görüş” olan bu Aydınlanma ve “birey” tanımı, gerçekte Avrupa ve bilhassa Fransız tecrübesini yansıtır. (Ve benim buna muhalefetim Sibel hanımınki kadar net ve kesindir.) Bundan çok farklı olan Anglo-Sakson geleneği ise, aklın ve imanın uyumu, bireyin “Allah’a karşı şahsi sorumluluk” üzerinden tanımlanması gibi fikirler içerir.
Pratik bir çözüm
Nitekim, Amerika’daki laiklik, “Tanrı’yı göklere hapsedip birey olduk, şimdi işimize bakalım” diyen “nefisperest”lerin keyfi için kurulmamıştır. Aksine, hepsi de koyu dindar olan (hatta Massachusetts’te düpedüz “teokrasi” kuran) farklı Protestan mezheplerini bir arada yaşatacak pratik bir çözüm olarak gelişmiştir. Altında, “devletin resmi bir mezhebi olursa diğerlerine haksızlık olur, o yüzden devlet tarafsız olsun, dine karışmasın” diye özetlenebilecek bir mantık yatar.
Peki Batı’da doğmuş olan “modern devlet”i ister istemez ithal etmiş olan Müslümanların da ihtiyacı olabilir mi böylesi bir “modern pratik çözüm”e?
Bu soruya olumsuz yaklaşan bir argümanı, muhterem Hayrettin Karaman hocanın Yeni Şafak’taki köşesinde okudum. Hayrettin hoca, “laik devlet” yerine “İslâmî’ devlet”i savunurken, bu ikincisinin farkını şöyle açıkladı:
“Halkın iradesi veya yöneticinin tasarrufları, İslam’ın değişmez hükümleri ile çatışamaz; çatıştığı halde halkın iradesi egemen olursa o devlet ‘İslâmî’ niteliğini yitirmiş olur.”
Bunu okuduğumda ister istemez şunu soru aklıma geldi: “İslam’ın değişmez hükümleri”nin ne olduğuna kim karar verecek? Hangi mezhep, hangi ekol, hangi alim, hangi cemaat?
Çoklukta laiklik
Hayrettin hoca da bu problemi görmüş olacak ki, bir sonraki yazısında şunu yazdı:
“İslâmî gruplar aralarında yapacakları danışmalar ve görüşmelerle, bütün grupların ortak oldukları bir İslam anlayışını referans almada ittifak edeceklerdir.”
İdeal bir dünyada ideal bir çözüm olurdu kuşkusuz bu. Ama gerçek dünyada pek mümkün gözükmüyor. Pakistan’da 80’lerde denenen “kanunların İslamileştirilmesi” projesi tam da bu açıdan çıkmaza girmiş, çünkü her mezhep “doğru İslam budur” diye kendi bildiğini dayatmıştı. Türkiye gibi İslam anlayışlarının giderek daha da çeşitlendiği ülkelerde ise böyle bir “ittifak” daha da zor gözüküyor.
İşte, laiklik fikri, İslam dünyasına asıl bu yüzden lazımdır. Gayrımüslimler ve seküler insanlar bir yana, farklı meşreplerdeki Müslümanları baskıya veya çatışmaya düşürmeden yaşatmak için gereklidir.
Çünkü İslam mükemmel, ama onu anlayanların hepsi eksik ve kusurludur. Dolayısıyla her mümin, Bediüzzaman’ın güzel ifadesiyle, “benim mesleğim (ekolüm) en güzeldir” diyebilir, fakat “hak yalnız benim mesleğimdir” diyemez. Dinen tarafsız bir devlet, işte bu tevazudan kaynaklanan çoğulluğu korumak için lazımdır.
Star, 26.09.2011