Anayasa profesörü Ergun Özbudun hocanın “pasif laiklik” kavramından söz etmesi ve Türkiye’ye bunun lazım geldiğini söylemesi üzerine yine “rahatsızlıklar” başgösterdi medyada. Ve her zamanki gibi bir dizi evlere şenlik argüman yeşeriverdi. Bizdeki otoriter laikliğin çok iyi bir şey olduğu, bunun tek alternatifinin de “teokrasi” olacağı ezberini bilmem kaç bininci kez okuduk. Bu otoriter laikliğin “demokrasinin olmazsa olmaz koşulu” olduğu hikayesini de yine bilmem kaç bininci kez dinledik.
Ama dediğim gibi, bunlar epey evlere şenlik argümanlar ve ufacık bir “çapraz sorgulama” karşısında sırıtıveriyorlar. Mesela, Türker Alkan’ın Radikal’deki “Laiklik ve Demokrasi” başlıklı yazısında dediklerine bir bakalım:
“Demokrasiler sıradan insanların yönetim biçimidir. ‘Beşerin şaşabileceği’ anlayışı vardır demokrasilerde. Onun için de ‘düzeltme mekanizmalarına’ yer verilmiştir.
Meşruluğunu Tanrı’dan ve dinden alan otoriter yönetimlerin ise şaşıp yanılması beklenmemelidir.”
Bu dedikleri doğru aslında Sayın Alkan’ın. Ancak üstteki “beşer şaşar” ilkesini okuyunca akla uygunsuz bir soru geliveriyor:
“Atatürk de şaşar mı?”
Tabii Atatürk de beşer olduğuna göre bir yerlerde “şaşmış” olması lazım. Ama Türkiye resmi ideolojisi bize onun alsa şaşmayan bir “Ulu Önder” olduğunu söylüyor. Dolayısıyla Türker Alkan’ın sözünü ettiği “düzeltme mekanizmaları”na ihtiyaç duymuyor. İhtiyaç duymasından geçtik, bunların ortaya çıkmasına dahi izin vermiyor: Siyasi partiler kanunu, “Atatürk ilke ve inkılaplarına” uymayan partilerin faaliyet gösteremeyeceğini hükme bağlıyor.
Durum böyle olunca da Atatürk’ün “şaşmaz bilgeliğini” arkasına alan adamlar, siyaset üzerine vesayet kuruyor, hoşlarına gitmeyen partileri kapatıyor, hatta canları isteyince darbe yapıyorlar. Onlar da birer “beşer” olmalarına rağmen, Atatürk’ün “şaşmazlığı” onlara da siniyor, ne derlerse o mutlak doğru, hangi raconu keserlerse o “kırmızı çizgi” oluyor.
Bunları böyle ulu orta söylemek ise, eminim, hiç hoş kaçmıyor. Çünkü lafa gelince “özgür düşünce”yi ve “eleştirel aklı” övüp duran rejimimiz, aslında bunların sadece “gericiliğe” karşı işlemesini istiyor, kendine dokunmasına ise hiç tahammül göstermiyor.
Tüm bu tartışmada laikliği en büyük siyasi değer haline getirenlerin bir türlü göremediği iki kritik gerçek var:
1) Demokrasiye yönelik tehditler, sadece topluma “Allah adına” müdahale eden teokratlardan gelmez. Akıl, Bilim, Devrim, Proleterya, Vatan, Millet gibi pek çok “laik” değer adına hareket eden “laik” despotlardan da gelir. Bunların “şaşmazlık” iddiası, dini versiyonlarından hiç de daha zayıf değildir.
2) Dini değerleri kendine temel alan bir siyasetin ille de “teokratik” olması gerekmez. Bir dindar tabii ki dinin “şaşmazlığına” inanır. Ancak bunu yorumlayan insanların yanılabilir olduğunu, dolayısıyla hiçbir dini otoritenin kesin hüküm veremeyeceğini, ya da din alanında verse bile siyasetin bunun dışında kaldığını düşünebilir.
Laiklik ilkesi ise, ancak Özbudun hocanın dediği gibi “pasif” olursa, yani dine karşı baskıcı değil tarafsız davranırsa demokrasi için bir garantidir. Buna karşılık Türkiye’deki mevcut otoriter laiklik anlayışı, demokrasinin ve özgürlüğün önünde kaya gibi bir engeldir.
NOT: Bu konuya ilgi duyanlara akademisyen Ahmet Kuru’nun Cambridge Üniversitesi’nce yayınlanan “Secularism and State Policies Toward Religion: The United States, France, and Turkey” (Laiklik ve Dine Karşı Devlet Politikaları: ABD, Fransa ve Türkiye) adlı kitabını şiddetle tavsiye ederim.
Star, 30.09.2009