1980 darbesinden sonra Kürtçenin sokakta bile konuşulması yasaklandı.
Aynı yıllarda başörtülü öğrencilerin üniversitelere girmesi de engellenmeye başlandı. Yani Kürt’ün anadilini sokağa bile çıkarmayan devletle başörtülü öğrencileri üniversiteye sokmayan aynı devlettir.
Dinî cemaatleri, tarikatları yok sayan, olmadı yok etmeye çalışan bir devlet ile etnik bir grubu, örneğin Kürtleri yok sayan, var olduklarını gördükçe de yok etmeye çalışan devlet arasında bir fark yoktur.
Sorun işte bu otoriter, ceberut devlet; halkın kılık kıyafetine de diline de karışmaya yeltenen, kendinde bu hakkı ve gücü gören devlet. Bu çağda kimse böyle bir devleti ahlaken de, vicdanen de, siyaseten de savunamaz. Kürt açılımını konuşurken nasıl bir devlet anlayışının ve pratiğinin bu sorunu yarattığını, büyüttüğünü ve topluma yaydığını unutmamak gerek.
Çözüm, otoriter-bürokratik devletten demokratik devlete geçişte. Tabii toplumsal düzeyde ‘çoğulculuk’un kabulü ve içselleştirilmesiyle birlikte… Bu da zaten otoriter devlet kültüründen toplumun bağımsızlaşmasıyla mümkün.
Kürt’ün anadiline saygı gösteren devlet halkın başörtüsüne de karış(a)maz. Çünkü toplumsal ve bireysel kimliklere, kimliksel tercihlere saygı göstermesi gerektiğini anlamış bir devlettir artık bu. Yurttaşlara belli kimlikleri dayatmak yerine, onların kimlikleri karşısında tarafsız olabilen bir devlete dönüşümden söz ediyoruz. Demokratik bir devlet yurttaşların etnik veya dinî kimlikleriyle uğraşmaz, uğraşamaz. Bu işi de değildir, haddi de…
Meselenin özü devletin haddini bilmesidir. Vatandaşa din, inanç, ideoloji, yaşam biçimi veya kimlik dayatan bir devlet ülkenin bir numaralı sorunu olur. Türkiye’nin sorunu da budur.
Kürt meselesinin çözümü, son yüzyılda üzerimize giydirilen ‘ulus devlet’ gömleğinden kurtulmayı gerektiriyor. Zaten sorunun temelinde ‘çoğul’ ve ’emperyal’ bir geçmişten ‘türdeş’ bir ‘ulus devlet’ yaratma çabaları yatıyor. Türkiye’yi tek tip insanlardan ibaret görenler, öyle tahayyül edenler ve öyle yapmaya çalışanlar sadece Kürt sorunu yaratmakla kalmadılar, ‘farklı’ olan herkesi düşman ilan ettiler. ‘İç düşman’ bir gün ‘komünistler’di, bir başka gün ‘İslamcılar’, öteki gün ‘Kürtler’…
Şimdi bu Kemalist geleneğin, dinî kimlikler söz konusu olduğunda tektipleştirici ideolojik politikalarına karşı çıkarken Kürtleri yoksayarak ‘türdeş ulus’ yaratma dayatmasına destek vermek olmaz.
Ama daha önce de yazdım; homojen bir ulus tasavvurunda, sadece projenin mimarı olan Kemalistler değil dindarlar da epeyce ‘Türkçü’ bir noktaya vardılar. Dindarların ‘Türkleştirmeci ulus devlet’ projesinin ne kadar ‘içinde’ olduklarını sorgulamaları gerek. Şaşırtıcı değil aslında bu; homojen bir toplum öngören, dayatan ve hatta neredeyse yaratan bir ‘ulus devlet’ sürecinden geçti bu toplum. Farklı olanlarla barış içinde, farklılıklarını kabul ederek yaşama tecrübesini törpüleyen bir süreç oldu bu üstelik.
Dolayısıyla ’emperyal geçmişimiz’deki farklı etnik ve dinî gruplarla barış içinde bir arada yaşama tecrübesiyle övünmenin bir anlamı kalmadı. Bugün, ‘ulus devlet’ şematiğinde bırakınız farklı dinî grupları, Kürtlerle bile birlikte yaşamakta zorlanır olduk. Çok dilli, çok uluslu, çok dinli emperyal bir geçmişten gelip, bu geçmişle övünerek bugün Kürtleri yok saymak büyük bir çelişki.
Kürtlerin farklılıklarını kabul eden herkes ‘kendi farklılıkları’ için de devletten saygı görme talebini dillendirme tutarlılığına ulaşmış olacak.
Kısaca; vatandaşın başörtüsüne yasak getiren anlayış ile anadilini yasaklayan, halkın kullandığı köy, kasaba, şehir isimlerini değiştiren, insanların çocuklarına hangi ismi vereceklerini buyuran, nerede hangi dili konuşacaklarını belirlemeye yeltenen devlet ve anlayış arasında bir fark yok. ‘Aynı devlet’in uygulamalarının birine karşı çıkmak, diğerini ise desteklemek tutarsızlık. Mübarek Ramazan ayına girerken dindarların bunu biraz düşünmesinde fayda var.
Zaman, 21.08.2009