Kürt sorunu önemli ölçüde bir Kürtçe sorunudur da. Şimdilerde ‘anadilde eğitim’ konusunda kopan fırtına bunun göstergesi. Kürtçeyi bu ülkenin dillerinden biri görmeden Kürtlerin bu devleti kendi devletleri olarak benimsemeleri sağlanamaz.
Kürtçeyi ‘kendi’nden gören bir Türkiye, Kürtlerin de Türkiye’si olur. Kürtçeyi ‘paylaştığımız ortak bir değer’ yapmadan Kürt sorununun çözümüne hazır toplumsal bir zemin inşa edemeyiz. Birlikte yaşamak paylaşmakla olur; anadillerimizi de paylaşmalıyız.
İşte böyle bir zaviyeden ‘Kürtçe ve eğitim’ konusunda söylenmeyeni söylemek niyetindeyim. Kürtçe ne ‘seçmeli ders’ olmalı Kürtlerin okuyacağı, ne de Kürtlerin ‘eğitim dili’. Her ikisi de ‘psikolojik’ olarak önemli, ama sonuçta ‘Kürt’e Kürt’ün propagandası’ hüviyetinde. Kürtler zaten şöyle veya böyle Kürtçe biliyor. Tamam, eğitim onların dillerini geliştirmelerini sağlar, doğru… Ama bence asıl önemli ve acil olan, Kürtçeyi Türklerin öğrenmesi… Bu nedenle Kürtçe seçmeli falan değil ‘zorunlu ders’ olmalı, İngilizce, Fransızca gibi bütün Türkiye’de… Altyapı hazır değildir, öğretmen yoktur, bahane çoktur; ama başka türlü de ‘Türk’ü ‘Kürt’e katmak zordur. Genç Siviller’in bir kampanya sloganında dedikleri gibi, ‘biraz da biz Kürt olalım’, yıllardır onları Türk yapmaya çalışıyoruz. Biz Türkler, Kürtlerin Türk oldukları kadar Kürt olmazsak eşit kardeşlik iddiamız ciddiye alınmaz, birlikte yaşama irademizin varlığı anlaşılmaz.
Bu ülkede okula giden her Kürt Türkçeyi öğreniyor; okuyor, konuşuyor, şarkı söylüyor hatta şiir yazıyor Türkçe.
Peki Kürt olmayanlar, yani Türkler? ‘Kardeş’lerinin dilini biliyorlar mı? Hayır. En basit, en temel üç-beş cümle bile kuramıyorlar. Dostlarının hatırını soracak, onlara ‘jest’ yapacak kadar bile bilmiyorlar Kürtçeyi.
Bu yüzden asıl gerekli olan, Türklerin de Kürtler kadar ‘kardeşlerinin dillerini’ öğrenmesi. Haziran sonu. ‘Vesayet ve Demokrasi’ konulu son Abant toplantısındayız. Bütün gün süren müzakerelerin ardından otelin bir köşesinde saz ve ses ustası Bayram Bilge Tokel’den nefis türküler dinliyoruz. Yirmi-otuz kişilik grup eşlik ediyoruz büyük ustanın türkülerine… Sonra sözü Diyarbakır’dan Muhammed Akar alıp Kürtçe şarkılar söylemeye başlıyor, yanık, oynak türküler…
‘Bizim türkülerimiz’i bizimle birlikte söyleyen bu insanların şarkılarına biz, anadili Kürtçe olmayanlar katılmıyoruz, katılamıyoruz. En bildik, en bizden nağmelerin sözlerini bilemiyor, bin yıldır kardeş olduğumuzu iddia ettiğimiz Kürtlerin müziklerine eşlik edemiyoruz. Böyle kardeşlik olmaz; kardeş kardeşin dilinden anlar. Anadili şöyle veya böyle ‘kırmızı çizgi’ içine sokmak, anadil üzerinde tartışmak ‘kardeşliğimizi’ bozar. En önemli kırmızı çizgi, barıştır. Barışa ulaşmak ve birlikte yaşama mekanizmalarını geliştirmek için kırmızı çizgiler icat etmek ezberlere devam demektir. Önce, ‘kırmızı çizgilerimiz’ lafını ‘icat edenleri’ hatırlayın ve bunu nasıl ‘takoz’a dönüştürdüklerini… Sonra, bu anlayış ve dille barışın neden mümkün olmayacağını anlayacaksınız.
Katı, otoriter, dışlayıcı bir ulus-devlet anlayışıyla çizilen ‘kırmızı çizgiler’ bir işe yaramıyor, aramıza yeni sınırlar çizmek dışında.
Şu sıralar neyse ki daha çok dillendirilmeye başlandı: Kürt sorunu, adeta tutsağı olduğumuz, dışına çıkamadığımız ulus-devlet mantığı ve zihniyetiyle çözülemez. Homojen bir ulus varsayan, bu varsayımın hakikati yansıtmadığını gördükçe de baskı ve şiddetle hayali bir ‘homojen ulus’ yaratmaya çalışan anlayış zaten sorunun kaynağı. Çözüme kılavuzluk yapabilmesi de mümkün değil.
Post-nasyonel bir yaklaşım hem şart hem mümkün. Sadece Türklerin değil Kürtlerin de ‘ulus’ ve ‘devlet’ fetişizminden ve ulus-devlet saplantısından çıkmaları barışı kurucu, siyaseti demokratikleştirici bir ilk adım olacak. Dilimizi, terimizi, acımızı, sevincimizi, özgürlüğümüzü ve zenginliğimizi birbirine katmadan, karıştırmadan, paylaşmadan ‘kardeş’ olamayız. Kardeş olacaksak, Kürtçe Kürtler kadar Türklerin de derdi olmalı…
Zaman, 01.10.2010