Kürt sorununun barışçı yollardan çözümü konusunda hükümetin yeni bir girişim başlatması bütün kamuoyunda heyecan yarattı. Daha önce başlatılmış olan benzer girişimlerin yarı yolda akamete uğramış olması insanda belirli bir tedirginlik yaratıyor, ama olsun, barış umudunun yeniden doğması güzel. Cumhurbaşkanımız iki yıl kadar önce herkesin malumu sorunla ilgili “yakında iyi şeyler olacak..” demişti, ama maalesef o iyi şeylerin olması birileri tarafından hep engellendi. Bari bu sefer o iyi şeyler gerçekten olsun; bari bu sefer barış fırsatını kaçırmayalım; bu sefer milliyetçi hezeyandan korkmayalım, veya derin odakların sabotaj girişimlerine boyun eğmeyelim; masayı yarı yolda devirmeyelim; silahları susturalım, terörü sona erdirelim; Türkiye’yi barış, huzur ve istikrarın egemen olduğu bir dünya devleti haline getirelim.
Kürt sorunu ve ona bağlı olarak ortaya çıkan terör sorunu bugün, hiç kuşkusuz, ülkemizin en önemli sorunu. Bu sorunu kalıcı biçimde çözmeden bu ülkenin barışa ve huzura kavuşması da, bölgesel ve küresel güç olması da, zengin ve müreffeh bir ülke olması da imkansız. Bunun için yapılması gerekenler de, bunca yıllık tecrübeden sonra, üç aşağı beş yukarı belli: inkar ve asimilasyondan vazgeçmek, temel hak ve hürriyetleri garanti altına almak; anadilin kullanımı üzerindeki engelleri kaldırmak; anayasal vatandaşlık tanımı altında toplumun her kesimini kucaklayıp birinci sınıf vatandaş kabul etmek; devleti vatandaşa kimlik, din, mezhep, kıyafet ve yaşam tarzı dayatan bir aygıt olmaktan çıkarıp, herkese eşit mesafede duran, can ve mal güvenliğini sağlayan, altyapı hizmeti üretip adalet dağıtan bir hizmet aygıtı haline getirmek.
Kürt sorunu Cumhuriyet tarihi boyunca uzun süre inkar edildikten, görmezden gelindikten sonra nihayet 1980’li yıllarda, sorunun teröre evrilmesinden sonra, varlığı kabul edildi; çözüm için cesur bazı girişimlerilk kez rahmetli Özal tarafından başlatıldı. Ancak dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi okuyamayan o zamanki devlet zihniyetinin, derin odakların ve menfaat şebekelerinin engellemesiyle karşılaştı; 1990’lı yıllar bu şekilde heba edildi. Cehaletten veya kasten, sorun yalnızca teröre indirgendi; askeri yöntemlerle, faili meçhul cinayetlerle, köy boşaltmalarla, tarla yakmalarla, eziyet ve işkencelerle sorunun bastırılacağı sanıldı. Sorun çözülmediği gibi, giderek daha da büyüdü, kangren halini aldı. Şehit cenazeleri yürekleri dağladı; aileleri parçaladı; kutuplaşmaları artırdı; barış umutlarını suya düşürdü; gerginlikten ve kandan beslenen, uyuşturucu-insan-silah kaçakçılığından nemalananların ekmeğine yağ sürdü. Türkiye ekonomik kalkınmaya harcayabileceği yüzmilyarlarca doları terör belası için harcamak zorunda kaldı; ömrünün baharında 40 bin can kaybettik…
Nihayet 2000’li yıllarda Erdoğan liderliğinde Türkiye asırlık sorunlarıyla yüzleşip bölge ve dünya ile entegrasyon doğrultusunda yeni bir kulvara girdi. Demokratik açılım, Kürt açılımı ve milli birlik ve kardeşlik projesi adları altında, soruna barışçı bir çözüm bulunması konusunda Sayın Erdoğan ve ekibi risk aldı, yeni bir girişim başlattı.Sivil toplum kuruluşlarıyla, medya ile, akademisyenlerle görüşüldü; dünya örnekleri incelenmeye, bir yol haritası çizilmeye çalışıldı. Artık çatışma ve kavgadan yorgun düşmüş toplumdan da bu girişimler büyük bir destek görüyordu. Habur sürecine böyle gelindi. Ancak ne olduysa Habur’daki buluşma merasiminde oldu. Bizler Habur’daki buluşmanın barış sürecinin daha da hızlanmasını sağlayacak, fiilen silah bırakma sürecini başlatacak bir dönüm noktası olmasını beklerken, derin odaklar devreye girdi; sınıra silahsız ve sivil gelmeye hazırlanan gençler ellerine silahlar verilerek, militan kıyafetleriyle ve gövde gösterisi yapar bir edayla Habur’a getirildi. Milliyetçi hezeyanlar yükselmeye, hamaset nutukları atılmaya, “bölünme, parçalanma” sendromualevlendirilmeye başlandı. Bu hamasetin etkisiyle Ak Partinin oy oranı da düşmeye başlayınca, olan oldu: Başbakan geri adım attı; barış girişimlerini askıya aldı; söylem değiştirdi, süreç tıkandı.
Bana göre bu, ölümcül bir hataydı, o gün esasen tam tersi yapılmalı, “kimse yanlış hesap yapmasın; derin devlete rağmen, derin PKK’ya rağmen, derin dış karanlık odaklara rağmen bu süreçten dönüş yoktur; bu memleket terör belasına yeterince kurban vermiştir; bu dakikadan sonra verecek tek bir kurbanımız bile yoktur; Kürt sorunu demokratik-barışçı yollarla çözülecektir” denmeliydi. O gün bu kararlı duruş sergilenseydi, samimi kanaatim odur ki, ne Silvan faciası olurdu, ne Uludere faciası olurdu, ne de o günden beri ortaya çıkan öteki talihsiz, acı olaylar olurdu. Habur’dan sonra hükümetin çark etmesiyle ne oldu? İki tarafın da şahinleri ortaya çıktılar, vurup kırmak, efelenmek, kesip biçmek, yakıp yıkmak, öldürüp bitirmek söylemiyle ortalığı gerdiler; Suriye’deki gelişmelerden heyecanlanıp “alan hakimiyeti” rüyası görenler, “devrimci halk savaşı” umanlar oldu; çatışmalar, yüzlerce can kaybı,çok sayıda şehit cenazesi, yeni acılar, yeni gözyaşlarına gark olduktan sonra, bugün tekrar aynı noktaya geldik. Bence bu noktaya gelmek için bütün bunlar yaşanmak zorunda değildi; Habur süreci daha iyi yönetilebilirdi. Bunu şunun için söylüyorum: eminim birileri karanlık mahfillerde bugün onca kan ve gözyaşı döktükten sonra içine yeniden girdiğimiz son barış sürecini de sabote etmek için planlar yapıyorlardır; yolun bir yerinde Habur ve Silvan benzeri bir kaza yaptırmak isteyeceklerdir.Bunlara karşı uyanık ve kararlı olalım, saman alevinin en parlak göründüğü an sönüşün de başlangıcıdır; geçici bir milliyetçi hezeyandan ürküp yarı yoldan dönmeyelim.
Soğukkanlı olarak düşündüğümüzde, Türk tarafı için de, Kürt tarafı için de bu sorunu barışçı yoldan çözmek dışında, daha tercihe değer bir çözüm yolu yoktur. Aklın, mantığın, sağduyunun, ekonomik ve siyasi menfaatlerin, barış ve istikrarın gereği budur. En başta, ilke olarak, en sade barış, en şatafatlı savaştan iyidir. Kaynakları paylaşmanın ve birarada yaşamanın en az maliyetli, en kârlı, en insani, en ahlâki ve en İslâmi yolu barıştır. Savaş ise tam aksine kaynakları paylaşmanın en vahşi, en gaddar, en maliyetli, en gayri ahlâki ve gayri insani yoludur. İkincisi, bu coğrafyada bin yıldır birlikte yaşayan, Anadolu’nun her tarafına yayılmış, evliliklerle birbirine karışmış iki halkı bu saatten sonra birbirine düşman edip ayırmanın hiçbir mümkünatı, savunulabilir tarafı yoktur. Üçüncüsü, Soğuk Savaş bitmiştir, ulus-devletleri birbirine kırdırarak hükümranlığını sürdürme, diktatörlükleri destekleyip halkları ihmal etme devri de sona ermiştir; merkezden kumandalı sosyalist sistem ciddi bir sosyo-ekonomik alternatif olmaktan çıkmıştır, Marksist-Leninist diktatörlüklerin kurulma şansı da, halktan destek görme şansı da sıfırdır. Dördüncüsü, onlarca yıldan sonra nihayet bugün Türkiye’de devlet, hatalarını görmüş, inkâr ve asimilasyondan vazgeçmiş, temel hak ve özgürlükleri tanımaya ve garanti etmeye hazır bir noktaya gelmiştir. Bu noktadan sonra Kürt halkını “devlet sizin varlığınızı, kimliğinizi, anadilinizi tanımıyor, kurtuluşunuz bizim elimizde” diye motive etmenin imkânı yoktur. Nitekim Şemdinli’den başlatılmak istenen “devrimci halk savaşı” girişimi sonuçsuz kalmıştır. Beşincisi, askeri vesayet rejimini geriledikçe, TSK, MİT, Emniyet ve Jandarma gibi güvenlik ve istihbarat birimleriyle Hükümet arasında daha etkin bir uyum ve eşgüdüm sağlanmakta, “şikeli çatışma” olasılığı azalmakta ve terör örgütüne büyük kayıplar verdirilmektedir. Altıncısı, Esed sonrasında Suriye, Irak ve Türkiye’nin ilişkileri bambaşka bir kulvarda ilerleyecek; Mısır, Tunus, Libya ve Kuzey Irak’la gayet iyileşen ilişkiler öteki ülkelerin de bu halkaya eklenmesiyle devam edecektir.
Yedincisi, Dünya Enerji Ajansı’nın raporlarına göre 2020 yılından itibaren dünya petrol arz ve talebi arasındaki boşluğu doldurabilecek tek ülkenin Irak olduğuna, dolayısıyla bundan sonra enerji güvenliği konusunda Irak’ın kilit bir ülke olacağına işaret etmektedir. Bu bakımdan bölgenin barış ve istikrarı, Türkiye’nin güvenli bir enerji koridoru olması dış dünyanın menfaatine de uygundur. Bölge ile iyi ilişkiler kurup Irak petrolünün önemli bir kısmını Ceyhan’dan dünya pazarlarına sunmak Türkiye’yi de petrol fiyatlarının belirlenmesinde ve enerji dağıtımında kilit bir ülke haline getirecektir.
Bütün bu anlatılanlar çerçevesinde gerek Türkiye, gerekse bölge Kürtlerinin iyiliği, menfaati ve refahı Türkiye devleti ile düşmanlıktan değil, dostluk, barış ve entegrasyondan geçmektedir. Şu anda bölgede zaten başlamış olan ekonomik entegrasyon sürecini hızlandırmak hem Türkiye’nin, hem Kürtlerin ve hem de öteki bölge halklarının menfaatinedir. Bugün Kuzey Irak’la dış ticaretimiz 10 milyar doları aşmıştır; Irak Türkiye’nin dördüncü en büyük ticaret ortağıdır; Kuzey Irak’taki alışveriş merkezlerindeki mağazaların yarısı Türk mağazalarıdır; çarşıda pazarda satılan malların epey bir kısmı Türkiye’den gitmektedir; Türkiye’den giden işadamları ve ziyaretçileri insanlar bağırlarına basmaktadırlar. Ticaretin terbiye edici özelliğiburada da devreye girmekte, yıllarca düşman bellediğimiz insanların hiç de öyle olmadıklarını bize hatırlatmaktadırlar.
Bu satırların yazarının hayali, orta vadede Türkiye’nin Orta Doğu, Kuzey Afrika, Balkanlar ve Kafkasya bölgesi ile aradaki vizeleri kaldırması, kapıları açması, sınır ticaretini teşvik etmesi, işadamları ve yatırımcıların işini kolaylaştırması, sınır boylarındaki mayınları temizlemesi, dikenli telleri kaldırması ve komşularla sıfır sorun politikasını sürdürmesidir. Malların, hizmetlerin, paranın, sermayenin, yatırımların, teknolojinin, insanların ve fikirlerin serbest dolaşımı bölgedeki siyasi gerginlikleri minimum düzeye indirecek, bütünleşmeyi sağlayacak, bölgeyi zenginleştirecek, barışı ve refahı getirecektir.FredericBastiat’nın “malların geçmesine izin verilmeyen sınırlardan askerler geçer” uyarısı kulağımıza küpe olmalı, iktisadi bütünleşmeye giden bütün yollar açılmalıdır. Yaşadığımız bunca acıdan ve uğradığımız kayıplardan sonra artık daha fazla hata yapma lüksümüz yoktur. Barış girişimini bütün gücümüzle desteklemeli, siyasi iradeye bu konuda ihtiyaç duyduğu bütün toplumsal ve entellektüel desteği vermeliyiz. Sayın Erdoğan’ın elinde altın bir fırsat vardır; kişisel karizması ve toplumsal desteğiyle kendisi bu sorunu çözecek güce sahiptir. Şayet bu sorunu çözerse, Nobel Barış Ödülü’ne layık görülür mü bilmem (muhtemeldir); ama kıyamete kadar bu topraklarda barış ve huzurun tadını çıkaracak milyonlarca insanın hayır duasını alacağından ve Türkiye’nin yetiştirdiği en büyük devlet adamları arasında sonsuza kadar gönlümüzün tahtında yer alacağından kuşkum yoktur. Kendisine, ekibine, barış sürecine katkı ve destek veren herkese teşekkür ediyor, kalıcı bir barış yolunda başarılar diliyorum. Artık iyi şeyler olsun; çok acı çektik; şairin “güzel günler göreceğiz çocuklar” dediği günleri görelim, çok görmeyin ne olur…
(Not. Bu yazı İmralı ile yeniden görüşmelere başlandığı haberi ajanslara düşer düşmez, henüz Paris katliamı ve benzeri sabotaj girişimlerinin ortaya çıkmadığı, son iki haftadır basında çıkan yorumlar henüz ortada yokken yazılmıştı. Elde olmayan nedenlerle -Gazete editörlerini aşmak kolay olmuyor- yayımlanması gecikti. Şu ana kadarki gelişmeler umut verici; son olarak Diyarbakır’daki cenaze töreninin sakin geçmesi hayra alamet. İnşallah bu defa bu sorunun hakkından geleceğiz; ben umudumu koruyorum.)