Bir ara epey ümitlenmiştik: devlet nihayet sorunun bir kimlik ve tanıma sorunu olduğunu gördü, askeri çözümün çözüm olmadığını anladı, barışçı yoldan problemi çözmeye karar verdi; Kürt siyasetçiler ve örgüt liderleri de daha makul bir çizgiye geldiler; kamuoyu da Kürt açılımına büyük oranda destek veriyor, galiba bu iş bu sefer olacak diye.. Ama dün gece savaş uçaklarının Kandil’i bombalamalarının sembolize ettiği üzere, Kürt sorununda onbeş yıl öncesine geri döndük. Kısaca Kürt sorununda silbaştan noktasındayız: acı, ama gerçek.
Bu noktaya gelinmesinde elbette hükümet kanadının da belirli hataları oldu; ama bu satırların yazarına göre sorumluluğun büyüğü, bu süreçte büyük bir basiretsizlik ve ferasetsizlik örneği gösteren Kürt siyasetçiler ve örgüt liderlerinde.
Habur’dan sonra geri adım atmak büyük hataydı
Bence Habur’dan sonra geri adım atmak büyük hataydı. O günlerde iyice köşeye sıkışmış olan PKK’nın gövde gösterisiyle son bir durumu kurtarma gayretine açılımdan hazzetmeyen derin odakların kışkırtmaları da eklenince, hükümet kabaran milliyetçi tepkilerden korkup geri adım attı. Oysa, “kınayanın kınamasından korkmadan,” açılıma kararlılıkla devam edilmeliydi. İspanya ve İrlanda tecrübeleri ışığında soruna barışçı çözüm gayreti ısrarla sürdürülmeli, PKK’nın silahsızlandırılması, liderlerinin Kuzey Avrupa ülkelerinden birine sürgüne gönderilmesi, orijinal yer isimlerinin iadesi ve anayasal vatandaşlık gibi çözüm için gerekli bütün adımların atılması sağlanmalıydı.
O noktadan sonra adım adım geri gidildiği ve bugünlere gelindiğini unutmayalım: hükümet olarak siz inisiyatif almayı bıraktığınız gün birileri (PKK, Ergenekon, dış terörist odaklar) inisiyatif alıyor ve süreci tıkamak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Kürt Kemalizmi Kürtlere Hizmet Etmez
Bu süreçte Kürtlerin haklarını savunma iddiasıyla ortaya çıkan BDP’nin ve Kürtlerin özgürlük davasını savunduğunu ileri süren PKK’nın büyük bir basiretsizlik ve ferasetsizlik örneği sergilediği çok açık. Onlarca yıldır üzerine gidilemediği için katmerleşip kangrenleşmiş bir sorunun üzerine bir sivil hükümet nihayet risk alarak gidiyor; açılım süreci başlatıyor; koordinatör görevlendiriyor; bütün sivil toplum kuruluşlarıyla görüşüyor; devlet Öcalan’la görüşmeye başlıyor; İspanya ve İrlanda deneyimleri araştırılmaya başlanıyor.. Böyle bir noktada barış sürecine en fazla sahip çıkmasını beklediğiniz Kürt siyasetçiler, liderler bakın neler yapıyor:
Siyasi partilerin kapatılmasını zorlaştıran anayasa değişikliği maddesine destek vermiyor,
Anayasada sivilleşme ve özgürleşme, asker ve yargı vesayetine son vermeye dönük reformlar içeren anayasa referandumuna destek vermiyor,
Sürekli tehditkâr bir üslup kullanarak gerilimi tırmandırıyor,
Sorunların siyaseten çözüm yeri olan Meclise gelmiyor, yemin etmiyor, alternatif meclisler topluyor ve sözümona “yerel özerklik” ilan ediyor. Vergi vermemek ama merkezi bütçeden vergi gelirleriyle desteklenmek gibi akla ziyan öneriler dile getiriyor..
Terör örgütü PKK da sürece Reşadiye baskınıyla, karakol baskınlarıyla, Silvan katliamıyla, Hakkari’de Şırnakta, Diyarbakır’da adam kaçırarak, asker öldürerek destek veriyor! Üstelik Öcalan’ın “Devletle Kürt tarihinin en büyük anlaşmasını yapmak üzere olduklarını” ilan ettiği günlerde süreci baltalıyor, Öcalan’ın karizmasını çiziyor.
Bütün bu gelişmeler ister istemez, PKK’nın barış ve Kürtlere özgürlük isteyen bir örgütten ziyade, asıl derdi silah ve şiddetten devşirdiği iktidarını korumak olan ve Türkiye’nin yeniden bir kaos ortamına sürüklenmesini isteyen dış terörist odakların taşeronluğunu yapan bir örgüt olduğu iddialarını, kanaatlerini güçlendiriyor.
Bin yıldır İslamla haşırneşir, ezici çoğunluğu Sünni geleneğin büyük mezheplerinden Şafii mezhebine mensup bir kitleye Zerdüştlük önermek; ulus-devletin dünyanın her tarafında çözüldüğü küreselleşme dünyasında baskıcı-otoriter bir ulus-devlet peşinde koşmak, Kürt Kemalizmini Kürtlere kurtuluş reçetesi diye sunmak maalesef siyaset içi veya dışı Kürt liderlerinin çağı yakalamakta epey zorlandıklarını, modası geçmiş, terk edilmiş reçetelerden medet umduklarını düşündürtmektedir. Kürt halkı bundan daha iyisine layıktır.
Mağdur edebiyatı gına getirdi
Lütfen kimse artık çıkıp “mağdur edebiyatı” yapmasın. Bu ülkede Kemalist rejimin yegâne mağduru Kürtler değildir. Evet anadil yasağı, türlü eziyet ve işkenceler olmuştur; bunu kimse inkâr etmemektedir. Ancak bu ülkede Kürtler kadar Aleviler de, Ermeniler de, Rumlar da, hatta rejimin sözde öz evladı olması beklenen Sünni Müslümanlar da rejimden çok eziyet çekmişlerdir. Sevgili Rasim Ozan’ın deyişiyle “Laik yaşam tarzına sahip Sünni Türk (LAST) olmayan,” Sünni Müslümanlar da bu baskıcı-tektipçi-asimilasyoncu rejimden az çekmemişlerdir: kız çocukları başörtüsüyle üniversiteye alınmamış, İmam-Hatip lisesine giden çocuklarının üniversiteye girişi katsayı adı verilen “kast sistemi”yle engellenmiş, namaz kılıyor diye, oruç tutuyor diye, eşinin başı kapalı diye devlet dairelerinden, ordudan atılanlar, işinde yükseltilmeyenler, amirlerinden türlü eziyet ve hakaret görenler olmuştur. Başörtülü bayanlar hala kamuda istihdam edilmemektedir. Dersim’de katliama uğrayan Aleviler istemedikleri halde çocuklarının zorunlu din dersi almalarından, Alevi köylerine talep olmadığı halde cami yapılmasından, Cemevlerinin ibadethane sayılmamasından şikayetçidirler. Gayrimüslim azınlıkların başına gelenleri artık duymayan kalmamıştır.
Kısaca, rejimin mağduru yalnızca Kürtler değildir; geçmişte mağdur olmaları Kürtlere, Kürt siyasi partilerine veya örgütlerine bugün terör estirme, teröre destek verme veya barış sürecini sabote etme hakkı vermez. Benim Kürt aydınlarına çağrım biraz cesaret, Kürt siyasetçilerine çağrım biraz feraset ve basirettir.
Bundan sonra yapılması gereken
Sayın Başbakan’ın deyimiyle “bıçak kemiğe dayanmıştır.” Bunca akan kandan, verilen candan, kan dökmek için boş yere harcanan yüzmilyarlarca dolarlık kaynaktan sonra, hâlâ şiddette ve çözümsüzlükte ısrar etmenin hiçbir savunulabilir tarafı yoktur. Hükümetin de, BDP’nin de PKK’nın da, Türk ve Kürt aydınlarının da vakit çok geç olmadan, “keşke bu noktaya gelmeseydik” diyeceğimiz bir noktaya topluca ve düşüncesizce sürüklenmeye engel olmaları gerekir. İhtiyacımız olan şey biraz cesaret, biraz basiret ve ferasettir. Şiddet ve “kana kan, dişe diş” çağrısı yapan, önüne geleni ihanetle suçlayan milliyetçi söyleme önceden de boyun eğilmemeliydi, bugün de boyun eğilmemelidir. Kürt açılımı konusunda kabaran milliyetçi söylemden korkulmaması gerektiği 17 Temmuz 2007 seçimlerinden bu yana yapılan bütün referandum ve seçimlerin sonucundan bellidir.
Sorunun çözümsüz kalması Türkiye’nin zararınadır; Kürt halkının zararınadır; hâlâ dünyaya ayak uydurmakta zorlanan bölgenin zararınadır. Bundan kim nemalanabilir? Silah tacirleri, insan kaçakçıları, askeri vesayetçiler, Ergenekoncular ve Türkiye’nin kaosa sürüklenmesini arzulayan dış terör odakları. Dolayısıyla, bu sorun, sorunun çözümünü istemeyenlere rağmen, PKK’ya rağmen, BDP’ye rağmen, Ergenekon’a rağmen çözülmelidir.
Teröriste karşı acımasız; barıştan yana olana el uzatarak, görüşerek, konuşarak, müzakere ederek, gerekirse “taviz vererek” çözülmelidir.
İran ve Irak’la anlaşma yoluna gidilmeli; Öcalan’la müzakereler sonuca bağlanmalı; ABD ve BM’yi de devreye sokarak PKK’nın silahlı unsurları yurtdışına çıkarılıp silahsızlandırılmalı; barıştan yana tavır takınanı ödüllendirip savaştan yana olanı cezalandırarak bu sorun çözülmelidir.
Bütün bunlardan daha önemli olarak, Sivil Anayasa süreci mutlaka tamamına erdirilmelidir. Sorunun kaynağını teşkil eden kimlik meselesini halleden, eşit vatandaşlık temeline dayalı, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri olmayan, toplumun gerektiği zaman, ihtiyaçlara göre tamamını değiştirebileceği, sivil, özgürlükçü, çoğulcu, demokrat bir anayasa bir an önce olgunlaştırılıp yürürlüğe konmalıdır.
18.08.2011