Yıllar önce bir konferansta yaptığım bir konuşmada Bediüzzaman Said Nursi’nin fikirlerine de değinmiştim. Anlattıklarımdan pek hoşlanmadığı anlaşılan bir dinleyici, soru-cevap kısmında söz aldı ve hışımla sordu:
“O adamın gerçek adının Said-i Kürdi, yani ‘Kürt Said’ olduğunu niçin söylemediniz?”
Bu “Kürt Said” lafını öyle bir bastıra bastıra, hatta iğrene iğrene söylemişti ki… Sanki “katil” veya “hırsız” gibi kirli bir sıfattan söz ediyordu.
“Vallahi Kürt Said demedim, ama isterseniz derim” dedim. “Çünkü benim gözümde Kürt olmak ve öyle anılmak ne bir suç, ne de bir kabahat.”
Bu olayı geçen hafta yeniden hatırladım. Çünkü Güneş gazetesinde köşe yazarlığı yapan bir zat, yine bu “Kürt Said” lafından yola çıkarak Bediüzzaman hakkındaki bildik ulusalcı sakızları yeniden çiğnedi. Onun, “hayatının bir bölümünde açık açık Kürtçülük yaptığını; Kürdistan isimli bir devletin kurulması için çalışanların arasında yer aldığını” ileri sürdü. Yalan-yanlış bir takım alıntılarla da iddiasını ispatlamaya girişti.
Önce meselenin aslına bir bakalım. Bu konudaki objektif bir kaynak, Chicago Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Bölümü öğretim üyesi Dr. Hakan Özoğlu’nun, “Osmanlı Devleti ve Kürt Milliyetçiliği” başlığıyla Türkçe’ye de çevrilen, İngilizce orjinali ise State University of New York tarafından basılan kitabı.
Özoğlu, Osmanlı’nın son yıllarında gelişen Kürt hareketinin illa “ayrılıkçı” olmadığını, buradaki çoğu ismin Osmanlı dairesi içinde kültürel gelişme ve kısmi bir otonomi istediğini, Bediüzzaman’ın da bu çizgide olduğunu anlatıyor. Zaten ona göre Nursi’nin bir ta
raftan kısa bir süre de olsa Kürdistan Teali Cemiyeti’yle ilişkide olması, öte yandan “özellikle Arap bölgelerindeki Osmanlı karşıtı isyanları bastıran Teşkilat-ı Mahsusa’da rol alması” bu yüzden. Özoğlu şöyle diyor:
“Said, hiç bir zaman ayrılıkçılar ile hareket etmedi ve en fazla otonomi taraftarı oldu… Bunu da İslam ümmetinin birliği fikrine ya da Osmanlı’ya karşı bir tutum olarak görmedi.”
Zaten aynı Said, I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde Osmanlı safında Ruslar’la savaşıp esir düşmüş, yurda dönünce Milli Mücadele’yi desteklemiş, nitekim bu sebeple de Mustafa Kemal Paşa tarafından Ankara’ya davet edilmişti. 1925’teki Şeyh Said isyanına karşı çıktı. Hayatının kalan kısmını da “ iman hizmeti”ne adadı.
Peki gerçek buysa o zaman niçin ulusalcı/faşist zihinler, Said Nursi’yi “bölücülük”le suçlamaya istekliler?
Bir sebep, dini hareketlere karşı duydukları nefret. Diğeri ise resmi ideolojinin 80 yıllık beyin yıkaması sonucunda “Kürt” ve hele de “Kürdistan” kavramlarına karşı geliştirdikleri alerji.
Oysa bu kavramlar Osmanlı’da ne yasak, ne sakıncalı, ne de “bölücü” idi. Bugün “Fırat’ın doğusu” dediğimiz yerlere o zamanlar resmen “bilad-ı ekrad” (Kürt beldeleri) denirdi. “Kürdistan” tabiri de yine aynı bölgeyi tarif etmek için kullanılırdı. Hatta Tanzimat devrinde idari bir birim olarak “Kürdistan eyaleti” bile kurulmuştu.
Anormal olan, yüzyıllardır var olan bu tabii realitelerin Tek Parti Cumhuriyeti tarafından yasaklanarak silinmek istenmesidir. Ama siz anormal olanı normal zannederseniz, son derece normal şeyler karşısında zıvanadan çıkmaya başlarsınız.
Sonra da “adı Said-i Kürdi’ymiş, vay bölücü!” diyerek Bediüzzaman’a köpürürsünüz.
Veya “Kürtçe şarkı söyleyecekmiş, vay hain!” diye Ahmet Kaya’ya saldırırsınız.
Allah’tan memleket sadece böyle bağnaz ırkçıların eline kalmış değil. Öyle olsa, çoktan bölünmüştü.
Star, 29.03.2010