Türkiye Kürt meselesinde, 2011 Haziran’ından 2012 yılının sonuna kadar çok çatışmalı bir dönem yaşadı. Hem iktidar, hem de PKK 2012 yılını bir “final yılı” olarak görüyorlardı.
Ortadoğu’daki halk hareketlerinin kendi zeminini güçlendirdiği değerlendirmesi yapan PKK, “devrimci halk savaşı” adını verdiği bir stratejiyi uygulamamaya koydu ve Şemdinli’yi kuşatma altına alarak gücünü göstermeye çalıştı.
PKK, Şemdinli gibi bir yeri uzun bir süre kontrol altında tutamayacağını biliyordu. Ancak burada amaç Şemdinli’ye girip orada kalmak değildir.
Amaç, çatışmaların sokağa yayılmasını sağlayarak sivil halk ile güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmek ve buradan bir kitle hareketini başlatmaktı.
1990’lı yıllarda yaşananları veya Suriye’de olanları anımsatacak görüntülerin oluşması halinde, bu, PKK’ye güç katacaktı.
İktidar ise, 2012 yılında PKK’yi bitirmek veya -en azından- PKK’yi tehdit edici bir güç olmaktan çıkarmayı hedefliyordu.
Basının hizaya çekilmesinin, Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmelerin kesilmesinin, BDP’nin baskı altına alınmasının ve operasyonların her geçen gün artırılmasının altında yatan hesap buydu. İktidara göre, önceki dönemlere oranla kıyas kabul edilmeyecek olumlu bir durum söz konusuydu: Zira asker ve polis bütünüyle kontrol altına alınmıştı; dolayısıyla eskiden rastlanan “şike savaşları” artık yaşanmayacaktı. Bunun yanında yargı da bu politikaya hevesliydi, medya ise artık bir sorun olmaktan çıkmıştı. O halde bütüncül bir güvenlik politikasıyla PKK’nin beli kırılabilirdi.
AKP, hem ovayı, hem de dağı baskı altına almaya odaklanan iki yönlü bir politika uyguladı: Dağda askeri operasyonlara hız verilerek PKK’ye ağır kayıplar verdirildi.
Ovada ise KCK Operasyonları ile BDP ve Kürt siyasetinin etkisizleştirilmesi amaçlandı.
Operasyonların yapılış tarzı; Kürt siyasetinin bir suç örgütü algılamasını yaratmaya yönelikti. Böylece operasyonlara meşruluk kazandırmak, Kürt siyasetinin toplumla olan bağını kesmek ve tesiri kırmak hedeflendi.
O dönemlerde bu politikaların savunuculuğunu üstlenen kalemler, PKK’nin artık kendini doğrultamayacağını ve “kışı veya baharı çıkaramayacağını” yazıyorlardı.
Ancak beklenen olmadı. PKK alanı kontrol ettiğini cümle âleme göstermek için, saldırılarını yoğunlaştırdı, yüzlerce Kürt gencini bile bile ölüme gönderdi ve halkta savaşçı bir ruhunu ayaklandırmaya çalıştı.
Fakat Kürtleri buna ikna edemedi ve “devrimci halk savaşı”nı örgütleyemedi. İktidar ise, tüm gücüyle yüklenesime rağmen PKK’yi marjinal bir yapı haline getiremedi.
İki taraf da amaçladıkları noktaya varamadılar ama belirledikleri hedeflerin maliyeti ağır oldu: 1999’dan bu yana en kanlı dönem yaşandı ve 1000’den fazla insan hayatını kaybetti.
İmralı Süreci
Silah ile bu sorunun çözülemeyeceği bir kez daha tecrübe edildikten sonra tekrar görüşmelere başlandı.
Görüşmelere giden yolu hızlandıran bazı dış faktörler de vardı: Bir kere, Ortadoğu’nun şekilleniyor, Irak Kürdistanı ve Suriye Kürdistanı’nda Kürtler yeni bir siyasal statü kazanıyordu.
Böylesi bir dönemde, Türkiye’nin Kürt meselesini sırtında taşıyarak bu coğrafyada belirleyici bir aktör olması çok zordu.
Bu meselenin devamı, Ortadoğu’daki hareketlenmeleri Türkiye için bir tehdide dönüştürebilirdi.
Hem tehdidi bertaraf etmek, hem de dönüşümü bir fırsata çevirmek için Kürt meselesinin çözümü bir zorunluluktu.
Bunun için iktidar, Öcalan ile görüşmeye başladı. Öcalan, 2012 yılının son çeyreğinde PKK’li tutuklu ve hükümlülerin cezaevlerinde yaptıkları ve Türkiye’de genel siyasi tansiyonu yükselten açlık grevlerini bitirerek PKK üzerindeki etkisini bir kez daha göstermişti.
Öcalan ile varılacak bir mutabakat, PKK’nin silah bırakmasına giden yolu açabilirdi.
Türkiye’de hükümetler ilk defa Öcalan ile görüşüyor değiller. 1993’ten beri doğrudan veya dolaylı olarak neredeyse her iktidar, Öcalan ile bir şekilde temas kurdu.
Ancak yeni başlayan görüşme sürecinin, öncekilerden –mesela Oslo Süreci’nden- bazı noktalarda farklılaştığını tespit etmek mümkün:
- Görüşmeler Öcalan ile dolaylı bir biçimde doğrudan yürütülüyor. Arada aracı bir kurum veya ülke yok; taraflar taleplerini ve neyi ne kadar yapabileceklerini doğrudan birbirlerine aktarma imkânlarına sahipler. Hiç şüphesiz süreç içerisinde, kolaylaştırıcı bazı aktörler (Barzani, AB, vb.) devreye girebilirler, ama sürecin asıl vasfı tarafların doğrudan görüşme yapıyor olmalarıdır.
- Görüşmeler, Öcalan merkezli olarak yürütülüyor. Daha önceki süreçlerde, genellikle Öcalan üzerinden örgütün tasfiyesi hedeflenirken, bu kez Öcalan ile PKK’yi sürece dâhil etme stratejisi uygulanıyor.
Görüşmelerin “lider merkezli” olarak önemli; zira gerek hareketi temsil etme yeteneği ve gerek kitleler üzerindeki etkisi, sürecin hızlı ilerlemesini sağlayabilir.
- Sürece kısmi bir şeffaflık hâkim. İktidar, görüşmelerin yapıldığı bilgisini halkla paylaştı. Şeffaflık, hem halkın görüşmelere olumsuz bir reaksiyon göstermediğinin ve görüşmelerin iktidar için risk oluşturmadığının iktidar çevreleri tarafından da kabul edildiğini, hem de iktidarın görüşmelerin başarıyla sonuçlanacağına dair umudunun yüksek olduğunu gösteriyor.
Ayrıca şeffaflık, gerek provokasyonların ve etkilerinin minimize edilmesi, gerek eğer ileride süreç akamete uğrarsa bundan kimin sorumlu olduğunun tespit edilmesi açısından da önem taşıyor.
- BDP, sürecin başlamasıyla birlikte işin içine katıldı. Oslo ve daha önceki görüşmelerde böyle bir durum söz konusu değildi.
Görüşmelerde yer alabilecek bütün aktörlerle (AKP, PKK, Kandil, Avrupa vb.) temas kurabilmesi olanağına sahip olduğundan BDP’nin varlığı önemli.
Ayrıca, görüşmelerin kitleye anlatılmasında, halkın ikna edilmesinde ve provokasyonların önlenmesinde ve açığa çıkarılmasında BDP kilit bir rol oynama potansiyeline sahip.
Neden Temkinli Olmak Durumundayız?
İmralı Süreci, doğası gereği zorlu olacak. Bahsi geçen olumlu farklılıklar, geçmişe oranla daha fazla umut bağlanabilecek bir tablonun olduğunu gösterse de, temkini elden bırakmamak gerekir.
Zira temkinli olmayı gerektiren çok sayıda faktör var:
- Kürt meselesi, yeni bir mesel değil; uzun bir tarihsel arka planı ve zaman içerinde sayısı artan boyutu var. Bilhassa son 30 yılda yaşanan çatışmalı süreç, meselenin daha bir karmaşıklaşmasına ve çözümün zorlaşmasına neden oldu.
Böylesine bir meseleyi, bugünden yarına çözmenin imkânı yoktur. Bu durum çözüm sürecindeki aktörlerin, hem sorunu yaratan alanların tümüne odaklanmalarını, hem de kararlı ve sabırlı bir irade ortaya koymalarını gerekli kılıyor.
- PKK, sadece sağdaki silahlı gruplardan müteşekkil bir yapı değil; devasa bir örgüt. Bu örgütün, güçlü bir sivil toplum ağı, yaygın bir medyası, cezaevlerinde hükümlü ve tutuklu olarak bulunan çok sayıda üyesi, etkili lobi faaliyetleri yapan diasporik örgütlenmeleri var.
Üç milyona yakın oy alan ve PKK ile aynı toplumsal tabana sahip olan BDP de bu daire içinde düşünülebilir. Tüm bu parçaları bir arada tutmak, siyasal sürece katmak ve tatmin etmek, çözümü güçlükler içeren bir sorun.
- Geçmişin ağır bir yükü var. Daha önceki görüşmelerden olumlu bir netice elde edilemedi. Her başarısız görüşmenin ardından umutlar kırıldı, bunu sert bir şiddet dalgası izledi ve toplumsal düzeyde büyük acılar yaşandı. Görüşmelerin tarihinde bir başarıya ulaşılamaması, insanları daha temkinli olmaya zorluyor.
- PKK’nin silah bırakmasını istemeyecek çok sayıda güç var şu anda. Türkiye, mevcut durumda Suriye, İran ve Irak merkezi hükümeti il iyi ilişkiler içerisinde değil.
Bu ülkeler, PKK’nin silahlı mücadeleye son vermesini ve devreden çıkmasını istemezler. Zira PKK’nin varlığı, Türkiye’nin hareket alanını ve imkânlarını daraltan bir işlev görüyor. Diğer yandan hem PKK’nin hem de devletin içerinde süreçten rahatsızlık duyan odaklar olabilir.
Tüm bu odaklar süreci sabote etme amacı taşıyan birtakım eylemler yapabilirler.
Aslında çatışmaya dönüşmüş her sorunun çözümünde ihtiyatı elden bırakmamak ve süreci bozucu etki gösterecek gelişmelere karşı müteyakkız olmak gerekir. Burada da aynı şey geçerlidir; temkinli olmak ve sürece katkı sunmak gerekir.
Süreçte Kolaylık Sağlayacak Unsurlar
Bir görüşme sürecinin başlamasını ve olumlu bir seyir izlemesini sağlayacak en önemli koşul, tarafların silahla alınacak bir mesafe olmadığını kabul etmeleridir. Son dönmede yapılan açıklamalar, Kürt meselesinde tarafların bu noktaya geldiğini işaret ediyor.
Öcalan’ın Ahmet Türk ve Ayla Akat’la yaptığı görüşmede “Silahın devrinin bittiğini”söylüyor ve “Barış için kaybedilecek tek bir dakika dahi yok” diyor.
Keza Başbakan Başdanışmanı Yalçın Akdoğan da “PKK’yı silahla bitirmenin mümkün olmadığını” belirtiyor. Sorunu çözücü bir araç olarak silahın gözden düşmesi, sürecin hızlanmasını sağlayabilir.
Güçlü bir hükümetin ve liderliğin varlığı da, çatışma çözümlerinde önemli bir avantajdır. AKP, girdiği tüm seçimleri kazanan, üç genel seçimde oylarını sürekli artıran ve 10 yıldır iktidarda olan bir parti.
Hâlihazırda bu partiyi siyasi manada zorlayacak bir siyasi oluşum da bulunmuyor. Tayyip Erdoğan ise, son derece karizmatik bir lider.
Türkiye siyasetinde, kitlesini belli bir politikaya ikna edebilen ve bu kitleyi bir noktadan başka bir noktaya taşıyabilen yegâne siyasi parti liderinin Erdoğan olduğunu söylemek mümkün.
Faruk Ekmekçi, AKP tabanının Erdoğan’a duyduğu itimadın süreç için taşıdığı önemi şöyle anlatıyor:
“Türkiye’nin yaklaşık yarısı, Başbakan Erdoğan’a muazzam bir güven ve saygı duymaktadır ve şahsen karşı olduğu bir adımı Başbakan Erdoğan attığında tevekkül edip “Vardır Başbakan’ın bir bildiği” şeklinde bir düşünceye sığınmaktadır. Normal bir demokraside sorgulanabilecek olan bu “siyasi tevekkül”, Türkiye’nin kronik meselelerini çözme konusunda bir fırsat da sunuyor bence. Leyla Zana’nın “Başbakan Erdoğan bu sorunu çözer” sözü de bu açıdan değerlendirilmelidir. (Milliyetçiliğin sınırlamalarından kurtulabilir ve elindeki gücü paylaşmaya razı olabilirse) Kürt sorununu kısa ve orta vadede çözebilecek tek siyasi liderdir Başbakan Erdoğan”
Erdoğan meşruiyet üretme kapasitesi ve toplumu ikna becerisinin yanında bir diğer önemli faktör, diğer siyasi partilerin sürece dair tutumlarının süreci kolaylaştırdığı belirtilmelidir.
Parlamentodaki dört siyasi partiden üçü (AKP, CHP ve BDP) süreci destekliyorlar. AKP ve BDP, zaten fiili olarak sürecin içindeler.
CHP ise, toplumsal barışın sağlanması adına görüşmelere karşı olmadığını deklere etti. CHP’nin negatif bir tutum benimsemesi, hem iktidarın kendini güvende hissetmesini, hem de görüşmelerin normalleşmesini sağlıyor.
Sürece karşı duran tek parti ise MHP. Burada bir konu göz ardı edilmemeli: MHP, söylem düzeyinde görüşmeleri başlattığı için AKP’ye ok sert yükleniyor ama bu muhalefetini sokağa taşırmıyor.
Kitlelerin karşı karşıya gelmesine ve oradan gerginlik üretilmesine neden olacak bir eyleme girişmiyor. Bu tutumun da süreci rahatlatan bir yönü var.
Tabii, en önemli husus, toplumun bu sürece verdiği destektir. İşin doğrusu, bu beklenmedik bir hadise değildi.
Türkiye toplumu, Kürt meselesinde demokratik adımları karşılıksız bırakmadı, genelde bu adımların atanların yanında durdu. 2010 halkoylamasında Öcalan ile görüşmeler, 2011 genel seçimlerinde Oslo Süreci gündeme geldiğinde; halk, görüşme yaptı diye iktidara desteğini azaltmadı, tam tersine onu daha da güçlü kılacak bir şekilde davrandı.
Bugün de Türkiye toplumu, hem Türkler hem de Kürtler, genel olarak bu çatışma halinin sonlanmasını istiyorlar.
Zira savaştan yorulmuş ve bezmiş haldeler; ölüm üreten sorunun çözülmesini talep ediyorlar. Bu talep de, görüşmelerin kabul görmesi sonucunu doğuruyor.
Gelinen noktada taraflara düşen en önemli sorumluluk; dikkatli bir dil kullanmaktır. Taraflar, sadece kendi dar mahallerine seslenmekten ve süreci rayından çıkaracak sert beyanatlar vermekten imtina etmeli.
Birbirlerini şeytanlaştırmaktan kaçınmalı ve kamuoyunu görüşmelerin sonuca hazır hale getirmeyi hedeflemeli.
AKP; sorunu salt silah bırakmaya indirgememeli, demokratik düzenlemeler yapmayı ertelememeli, görüşmeleri kritik dönemlerin atlatılmasına yarayan bir araç olarak ele almamalı ve herhangi bir sabotaj olduğunda bunun etkilerini absorbe edecek bir beceri göstermeli ve geri adım atmamalı.
PKK/BDP ise, acelecilikten, aşırılıktan ve kamuoyunda rahatsızlığa sebebiyete verecek radikal taleplerden uzak durmalı, kavram fetişizmine (demokratik özerklik gibi) başvurmayıp yapılacakların içeriğine ve negatif değil pozitif bir siyaset izlemeli.
Çözüm için uygun bir fırsat yakalanmış durumda; herkes, bu fırsatı en doğru şekilde kullanmak sorumluluğunu göstermeli.