20 Ekim 1991 günü yapılan seçimler, sekiz yıllık ANAP iktidarını sona erdirir. DYP ve SHP tarafından bir koalisyon kurulur ve hükümetin başına da Süleyman Demirel gelir. Demirel, “şeffaflaşma ve demokratikleşme” vurgusu yapar, “camdan karakollar” vaat eder. İlk yurt gezisi için de, İnönü ile birlikte, Diyarbakır ’a gider. Burada büyük bir gürültü koparır: “Kürt realitesini tanımalıyız. Kürt realitesini tanımak, Türkiye’nin birliğine mani değil” der. Ertesi gün gazetelerin başlıklarını “Kürt realitesi” süsler; Demirel, “demokrasi havarisi” kesilir.
Ne var ki, Demirel’in demokrasiyle olan balayı dönemi kısa sürer, zira askerlerden kendisine bir mesaj gelir. Kürt meselesini kökten çözecek bir plan hazırladıklarını belirten askerlerin hedefi basittir: Bölgesel temizlik. Askerlere göre, önce PKK’nin etkin olduğu yerler tespit edilecek, ardından da bölge PKK ’den köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir ve nihayet bölge bölge temizlenecekti.
Aslında bu plan öncelikle ANAP’a sunulmuş fakat seçimler yüzünden tam anlamıyla yürürlüğe girmemişti. Planın uygulanması halinde “masum halk” ile “sempatizan halkı” birbirinden ayıt etmenin imkânsız olduğu biliniyordu; planın çok tehlikeli sonuçlara yol açacağı kesindi. Ancak asker, PKK’yi tümüyle ezmeyi garanti ediyordu ve bunun için de olası tehlikeler göze alınabilirdi.
Askerlerin Demirel’den istedikleri bir yetki teslimiydi. Terörle mücadelede tüm yetki askerde olacak, sonuçların sorumluluğu ise paylaşılacaktı. Son 20 yılda iki defa askerler tarafından alaşağı edilen Demirel, aynı kaderi bir daha yaşamak istemiyordu. Askerlerle yaptığı ikinci toplantıda isteklerine boyun eğdi, planı onayladı ve 1992 Ocak ayından itibaren bölgede “sivil icazetli bir askeri politika” uygulandı.
Kahveci’nin raporu
1992 Newroz’una böyle bir havada gidildi. Devlet, Newroz’un bir “Türk Bayramı” olduğunu kanıtlamaya odaklanmıştı; uçaklardan halkın üzerine bildiriler atılıyordu. PKK ise iki bildiri yayımlayarak 21 Mart’tan sonra korucuları öldüreceğini ve ayaklanmanın olacağını ilan etmişti. Nitekim Cizre’de iki korucu öldürülüp direğe asılmıştı. Geliyorum diyen fırtına, Newroz’da patladı. Güvenlik güçlerinin halkın üzerine ateş etmesi sonucunda 90’dan fazla insan hayatını yitirmiş, yüzlerce kişi yaralanmıştı. “Bölge artık kan ve barutun birbirine karıştığı, merkezi kontrolden uzak bazı kuvvetlerin en küçük hareketi bile şiddetle bastırdığı bir savaş halini almıştı.” (İsmet G. İmset, PKK : Ayrılıkçı Şiddetin 20 Yılı, s. 287-357)
Ortaya çıkan tablo korkunçtu. Yaşananlar Türkiye’nin başının büyük bir belada olduğunu gösteriyordu. Ateşin bacayı sarmasından korkanlar, çok geç olmadan bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Bunlardan biri de, Turgut Özal’ın beyin takımından Adnan Kahveci idi. Kahveci, Kürt meselesine dair çalışma isteğini Özal’a iletti, onun onayını aldıktan sonra rapor hazırladı.
Kahveci, raporun başında Kürt sorununun, “bugün Türkiye’nin gündemindeki en önemli sorun” olduğu tespitini yapar ve arkasından “Kürt sorunu çözülmezse ne olur?” sorusuna cevap verir: “Eğer Kürt sorununa ciddi teşhisler konmazsa ve ciddi çözümler uygulanmazsa, Türkiye bir iç harbe sürüklenir.”
Askeri çözüm ve zamana yayma
Kahveci sorunun ekonomiyi, güvenliği, hukuku ve siyaseti içeren birçok boyutunun olduğunu belirtir ve bunlara ilişkin önerilerini sıralar. İki şeyin yapılması halinde ise Kürt meselesinin asla çözülemeyeceğini söyler: Biri askeri çözüme güvenmektir: Bu, devleti bataklığa sürükler. “Çözüm vardır. Ama uygulaması siyasi otoritenin tam olarak etkinliğini göstermesine bağlıdır. Askeri çözümle hiçbir ülke çözüme ulaşamamıştır. Askeri çözümler hep iç harbi getirmiştir.” Bu nedenle Kahveci, sürekli bir demokratikleşme önerir. Ne kadar demokratik adım atarsanız atın, yine de terör olayları olabilir, ama Kahveci’ye göre demokrasiye “Bakın bu hakkı da verdik ama terör durmadı” bakışıyla yaklaşılmamalıdır.
İkincisi, sorunu zamana yaymaktır. “Sorunun çözümünü zamana bırakmak yapılabilecek en büyük yanlıştır.” Zaman geçtikçe acılar artıp nefret birikeceğinden “Halk buna hazır değil” diyerek demokrasinin gereğini yerine getirmekten kaçınmak sorunu kökleştirir. “Her ölen asker ve polisten sonra, Kürtlere karşı ayrımcılığın arttığına dair belirtiler vardır. Bu gizli gizli ve hızla artan ayrımcılığı mutlaka durdurmalıyız. Yoksa hızla iç savaşa gideriz.”
Kahveci’nin öngörüsü doğrulandı. Türkiye 90’lı yıllar boyunca adı konmamış bir iç savaş yaşadı. Askeri plan dâhilinde devletin uyguladığı terör bir yandan PKK’yi kitleselleştirirken, diğer yandan devlete olan güvenin yitimine neden oldu ve Kürt meselesi kangrenleşti.
Aynı yanlışlar
Bugün sorunu çözmesi beklenen AKP hükümeti de, Kahveci’nin belirtiği bu iki ölümcül yanlışa düşmüş durumda. İlk olarak, hükümetin bilhassa son bir yıldır bütünüyle güvenlikçi bir strateji yürüttüğünü söylemek mümkün. Elbette AKP, 90’ların hükümetlerinden farklı. Salt namlunun gücüyle sorunu halletmeyeceğini biliyor ve iradesini askere teslim etmiyor. AKP ilk dönemlerinde önemli demokratikleşme reformları yaptı, kitlelerde büyük bir umut yarattı. Şimdi ise sınırlı demokratikleşmeyle insanlardaki umudu sürekli olarak diri tutmaya çalışıyor. Ancak şurası açık ki, Kürt meselesinde hükümetin önceliğini demokratikleşme değil, asayişçi bir politika oluşturuyor.
İkinci olarak, Kürt meselesini zamana yayıyor. AKP , Kürtlerin taleplerini en alt seviyeden ve sündürerek karşılama gibi bir politika izliyor. Bunu da, kendisi için hiçbir şekilde risk teşkil etmeyeceğini düşündüğü anlarda ve kendi belirlediği yöntemle yapıyor. Bunun altında zannederim, kısmi demokratikleşme ve ekonomik refahın artmasıyla birlikte Kürtlerin taleplerinin azalacağına ve kendisinin uygun gördüğü düzeye çekileceğine dair bir düşünce yatıyor. Ancak hem Türkiye ’deki Kürtlerin “kimlik eşiğini” aşmış olmaları hem de bölgedeki (özellikle Irak ve Suriye’deki) gelişmeler zamana oynamanın pek akıllıca olmadığını gösteriyor.
Kürt meselesinde zaman hızlanıyor. İhsan Dağı’nın dediği gibi, “Kürt coğrafyasının Kürt devletlerine dönüştüğü bir dönemi” yaşıyoruz (Zaman, 24.07.2012). Türkiye’nin zamanın dışına düşmemesi ve Kürt meselesini bir çözüm yoluna koyabilmesi için, demokratikleşmesi ve elini çabuk tutması icap ediyor. Askeri önlemlere bel bağlamak ve işi sürüncemeye bırakmak, Kürt meselesini -geçmişte olduğu gibi- bugün de çözümsüzlüğe mahkûm kılar. Kürt meselesini çözemeyen bir Türkiye için çözülme, her daim kapıda duran bir tehlikedir.
Radikal 2, 29.07.2012