Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin referandum kararı üzerine Türkiye’de yapılan tartışmalar, farklı perspektiflerden yapılan ciddi bazı analizleri dışta tutmak kaydıyla, devletin izlemesi gereken başarılı bir siyasanın oluşumuna katkı yapıcı olmaktan epeyce uzak görünüyor.
Konu genellikle eski reaksiyoner dış politika konseptinin ve sınırların hemen ötesinde bir Kürt devletinin varlığı durumunda Türkiye’nin bölüneceği şeklinde özetlenebilecek geleneksel resmi siyasi önkabulün yörüngesinde tartışılıyor ve oradan da tepkiselliğin anlamlı biçimde ötesine geçebilen bir perspektif ve söylem gelişmiyor.
Oysa referandum kararına ilişkin olarak geliştirilmesi gereken yaklaşım, “bağımsız bir Kürt devleti Türkiye’yi böler” şeklindeki tezin ciddi biçimde sorgulanmasını gerektiriyor. Ama bundan ibaret de değil. Referandum kararının hayata geçirildiği bir durumda izlenecek politika da “biz istememiştik, yaptınız” türünden bir tepkisellikle malul olmamalı. Doğru bir perspektif ve söylemi üretecek bir siyasi basirete tam da bu zamanda ihtiyaç var.
Eski paradigmanın yörüngesinden çıkabilmek
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın BM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında dile getirdiği “karar bölgede yeni çatışmalara yol açabilir” şeklindeki kaygı temelsiz değil. Ama çözüm, uzun ve acılı bir tarihin sonucu olarak ortaya çıkan referandum kararına karşı çıkmaktan geçmiyor. Gerçekten de referandum sonrası bazı büyük devletlerin, bölgedeki çatışma potansiyelini derinleştirmek için çaba sarf edeceklerini düşünmek için aşırı şüpheci olmak gerekmiyor. Özellikle ABD’nin referandum kararının açıklanmasından itibaren izlediği politikanın seyri, onun daha önce defalarca yaptığı gibi, tarafları kendisine daha fazla bağımlı hale getirecek bir gerilimin, hatta sıcak çatışmanın taşlarını döşemeye yönelik olabilir, devletler bunu yapar.
ABD’nin IKBY’nin referandum kararını dile getirdiğinde ciddi bir tepki vermemesi, ancak zaman geçtikçe ve referandum kararı geri dönülemez noktaya doğru ilerledikçe açıklamalarında gittikçe daha olumsuz bir yaklaşımı somutlaştırması, sadece Trump sonrası taşların yerine oturmamış olmasıyla açıklanmayabilir. ABD yarın Erbil’i Irak (ve İran) karşısında bir ölçüde güvensiz bir ortamda bırakmayı tercih edeceğinin sinyalini de veriyor olabilir.
Tam da bu yüzden, Türkiye’nin bu meselede kendi rolünü, büyük güçleri kendi tezini desteklemesi için ikna etmeye çabalayan gerilimin taraflarından biri düzeyine indirgememesi önemli. Her halükarda bölge bizim bölge, coğrafya bizim coğrafya ve birbirimize karşı husumet içinde olmanın maliyetini ödeyecek olanlar da bizleriz. Bizim husumetimiz üzerinden büyük güçlerin bu coğrafyada daha fazla hakimiyet tesis etmesine izin vermemek için bölge devletlerinin sorumlu davranması şart. Sorumlu davranmak söz konusu olduğunda ise maalesef sayabileceğimiz fazla devlet yok. Bugün bunu İran’dan beklemek anlamlı değil ve “çocuğun anası olmak” Türkiye’ye düşüyor.
Peki bunun somut pratikteki anlamı nedir?
Bu anlam öncelikle “Irak’ın toprak bütünlüğünü” konusunda abartılı bir duyarlılık sergilemekten, IKBY’ni ve Barzani’yi tehdit edici bir dil kullanmaktan geçmiyor. MHP’nin dediği gibi “savaş sebebi sayalım” veya CHP’nin dediği gibi “24 saat” verip, olmadı “anladığı dilden konuşalım” türünden bir tepkisellik üzerine basiretli bir dış politika inşa etmek de mümkün değil. Çünkü düşünün, yarın ABD Irak merkezi hükümetini kademeli bir ayrılma sürecine ikna ederse, Türkiye kendisini peşinen bağladığı bu politikayı nasıl sürdürebilecek? Ya da yarın Türkiye ile Irak ilişkileri ciddi biçimde bozulursa, bu politikayı nasıl değiştirecek?
Referandumun ötesinde…
Bir an için Irak Kürtlerinin referandum kararının yanlış ve Türkiye’nin onu engellemeye çalışmasının da doğru olduğunu varsayalım. Böyle bile olsa, bu politika referandumun yapıldığı günün hemen ertesinde doğal olarak geçerliliğini kaybeder. Böyle bir ortamda izlenmesi gereken politika da farklı olmak zorundadır.
Kürtlerin referandumu ahlaki olarak meşrudur ve siyasi olarak da Türkiye’nin çıkarlarına aykırı değildir. Hatta Irak Kürdistanı’nın bağımsızlığı da uzun vadede Türkler ve Kürtler açısından beraberce kazançlı çıkabilecekleri bir potansiyelin birikiminin miladı olabilir. Tabii basiretli bir siyasi perspektif egemen olur da bu birikimi kullanmayı mümkün kılabilirse.
Türkiye, Irak Kürtlerinin tercih hakkını tanımalı. Onları bölge devletleri karşısında yalnız ve ABD’ye muhtaç halde bırakmamalı. Referandum yapılsın veya yapılmasın, doğru yaklaşım budur. IKBY ile yakın iletişim içinde kalarak, referandum kararının ardından gelişebilecek gerilim ve çatışma riskini gidermeye çalışmalı.
Türkiye’nin sorunun taraflardan biri olmaması, aksine, çatışma potansiyelini eritecek ve izleyeceği politikayla büyük devletlerin bölge üzerindeki hegemonyasını pekiştirmelerine izin vermeyecek biçimde, hem Irak Kürdistanı’na, hem de Irak ve İran’a söz söyleyebilecek bir diyalojik ilişki zemininde kalabilmesi, bağımsızlık kararından kaos bekleyenlerin hevesini kursağında bırakabilir.
Basirete ve sağduyuya ihtiyacımız var, sloganlara ve klişelere değil.
Aksi halde Türkiye, eski paradigmalarla yönetilmesi mümkün olmayan yeni bir dönemde olduğumuz gerçeğini anlayamadan çabalamaya devam eder. Tarih de onun doğru yönde müdahil olması durumunda akabileceğinden başka türlü akar.