Anayasa değişikliği, Ermeni sorunu, askeri vesayet gibi ağır sorunları aşmak için büyük çaba gösterdiğimiz bir dönemden geçiyoruz. Askeri bir anayasayla yönetilmenin utancını artık yaşamak istemeyen toplum, kendi yaptığı bir anayasa ile yönetilmek istiyor. Devleti toplumdan koparan, ‘devlet iktidarı’ şeklinde örgütlenen bir azınlığın topluma tahakküm etmesini sağlayan vesayet sistemi denilen modeli, insanlar kendilerine uzak ve yabancı bulmaktadırlar.Vesayet maskesi altında kendi hayatını karartan asalak bürokratları, toplum artık sırtında taşımak istemiyor. Vesayet modeli denilen antidemokratik düzeni sürekli kılmak için oluşturulan Ergenekon gibi derin çetelerin bir an önce tasfiye edilmesini geniş toplum kesimleri bir an önce istemektedir.
Bürokratik iktidarın elitleri, ‘Eski Rejimi’ korumak için son çırpınışlarını sergilerken, toplum ise artık eski rejimin argümanlarına ve kurumlarına hiçbir şekilde itibar etmemektedir. Yüksek bürokratların herkesin aklıyla alay edercesine sergiledikleri şovları ve kışkırtıcı beyanlara, toplum hiçbir şekilde itibar etmemekte, ama ibretle seyretmektedir. Toplum, artık bürokratik elitleri dinleyen ve itaat eden pasif rolünden çıkıp insiyatifi ele alan, sözü dinlenen aktör olmak istiyor. İnsandan ve toplumdan koparılmış bir devlet ve yargı sisteminin hak ve özgürlükler için en büyük tehdit olduğunun farkına toplumsal kesimler, çok iyi varmış durumdadır.
Demokrasi, çoğulculuk ve özgürlükler konusunda şimdiye kadar yaşadıklarından büyük dersler çıkaran toplumumuz, statükonun bütün engellemelerine rağmen onun kilometrelerce önünde gitmeyi başarmaktadır. Devletin bilgisi dahilinde derin çeteler tarafından bu ülkenin bir vatandaşı olan ve bizden biri olan Hrant Dink, iki yıl önce yönettiği gazetenin önünde hunharca öldürüldü. Katilin yakalanmasına ve bağlantıları ortaya çıkmasına rağmen, hala mahkemeden insanların vicdanlarını rahatlatan bir karar çıkmış değildir. Mahkemeden gelecek kararı daha çok bekleyecek gibiyiz.
Ancak bu sefer, insan oluşumuzla gurur duymamızı sağlayan haber Malatya’dan geldi. Malatya Çarmuzu Kaynarca Mahallesi Tepebaşı Cami Yaptırma ve Yaşatma Derneği, katledilen Hrant Dink’in doğduğu Çavuşoğlu Mahallesi’nde on sekizinci yüzyıldan kalma Ermeni Taşhoran Kilisesi’ni restore etmek için Kültür Bakanlığı’na başvurdu. Malatya’dan gelen bu haber anlamlıydı ve değerliydi, çünkü toplum, gene bürokrasinin çok önünde insanlık değerleri açısından çok değerli bir adımın öncüsü olmuştu. Bu başvuruyla, camiyi yaşatma ve korumayla görevli insanlar, kiliseyi korumanın ve yaşatmanın camiyi korumak ve yaşatmak kadar kendi görevleri olduğunu deklare etmiş oldular. Başka bir ifade ile ‘cami kadar kilise de bizimdir’ dediler.
Camiyi ve kiliseyi aynı anda sahiplenen bu anlayış sayesinde farklılıklarımızı koruyarak barış ve özgürlük içinde bir arada yaşama kültürünü bu coğrafyada var edebiliriz. Farklılıkları birbirine karşı kullanmak, onları birbiriyle çatıştırmak suretiyle toplum üzerinde tahakküm kuran statükonun oyunları ve derin çetelerin tezgahları, ancak bu anlayışın hayata geçirilmesiyle bozulabilir. Malatya’da ‘Cami de bizimdir kilise de bizimdir’ diyen bu anlayış, Mardin’de bin yıllık Süryani Manastırı olan Mor Gabriyel’i ortadan kaldırmak isteyen tezgaha karşı da ‘Mor Gabriyel’e dokunmak, bize dokunmaktır’ demelidir. Kürtçe ve Türkçe aynı anda sahiplenilmelidir. Türkler çocuklarına Kürtçe, Kürtler ise çocuklarına Türkçe öğreterek çok dilli ve çok boyutlu bir duygu, düşünce ve ifade dünyasının zeminini oluşturmalıdırlar.Malatya’da yeşeren bu olgun ve çoğulcu anlayış, camileri ve cem evlerini aynı anda sahiplenmelidir. Cami ve cem evini, kilise ve camiyi aynı anda sahiplenme olgunluğunu gösterdiğimiz zaman, Alevi-Sünni, Kürt-Türk, Müslüman-Ermeni ikilemleri çatışma ve gerilim üreten ikilemler olmaktan çıkacaklardır. Alevi, Kürt ve Ermeni sorunu gibi büyük sorunlarımızı köklü şekilde çözecek anlayış budur.
Malatya’dan bu haberin geldiği sırada İstanbul’dan gelen bir başka haberle insanlığımızdan utandık ve sarsıldık. Havale geçiren çocuğunu Cerrah Paşa’ya getiren bir başörtülü anneye, profesör unvanına sahip doktorun hakaret, küçümseme ve alay içeren ifadelerini basından okuduk. İnsan onurunu ayaklar altına, ayırımcılık ve düşmanlık kokan bu ifade ve tutumun hiçbir şekilde kabul edilmesi ve mazur gösterilmesi mümkün değildir. Malatya’da insanlık onurumuzu güçlendiren bir adım atılırken İstanbul’da ise aynı anda insanlığımız ayaklar altına alınıyordu. Bu olay da göstermiştir ki, başörtüsü sorunu salt yasalarla çözülecek bir sorun değildir. Dindar olmayan insanların, dindar kesimler kadar başörtüyü sahiplenmeleri, başörtüsüne dokunamazsın demeleri, dindar olanların da din dışı giyim tarzlarını temel hak ve özgürlük olarak savunmaları gerekmektedir. İnsan onurunu, temel hak ve özgürlükleri ve çoğulculuk değerini gözümüz gibi korumayı ve onlar üzerine titremeyi öğrendikçe ve bu hassasiyetin gereğini hayatımızda uyguladıkça daha iyi insanlar olacağımıza kuşku yoktur. Aksi halde birbirimize hayatı cehennem yapmaya devam edeceğiz. Bir doktorun Cerrah Paşa’da yaptığı gibi…
24.03.2010