Hayat böyle işte. Kiminin acısı, kiminin mutluluğuna dönüşüyor.
Kılıçdaroğlu’nun da başına böyle bir talih kuşu kondu.
Yıllarca Baykal’ı övüp, en zor gününde herkesten önce döven oligarşi medyası için artık yeni bir “başarılı lider” var. Ve CHP’yi yeni ufuklara o taşıyacak!..
Bugün Hürriyet’te neler okuyacağımız belli, onu geçelim.
***
Acaba gerçekten Kılıçdaroğlu CHP’nin makus talihini değiştirebilir mi? En azından oyunu arttırabilir mi?
İkincisinden başlayalım. Arttırabilir. Nitekim Metropoll Araştırma Şirketi’nin ilk bulguları da bu yönde.
Ama ilk soruya, yani CHP’nin aradığı “Mesih”i bulup bulmadığına gelince… Nasıl söylemeli, galiba daha “bir süre” beklemeleri gerekecek. Çünkü karizmatik lider yokluğunda oligarşi medyası üzerinden bir halkla ilişkiler faaliyeti ile oluşturulan bir Gandhi imitasyonundan fazla medet ummak akıl karı değil.
Alevileri dışta tutacak olursak Kılıçdaroğlu’nun başına geleceği parti, esas olarak piramidin tepesindeki küçük üçgeni oluşturan karnı tok, sırtı pek, kriz etkilemez, devlet güvenceli zümreye dayanıyor. CHP onlara bütün bu “Cumhuriyetin kazanımları”nı sağlayan parti. (Özellikle de maddi kazanımları; statü, mevki ve makamları).
Bu “kazanımlar”ı gerekçelendirmek ve sürdürebilmek için de bir ideoloji gerekiyor (malum, “niye siz hep yukarıdasınız, niye biz hep aşağıdayız?” sorusuna “ikna edici” bir cevap için ideolojik meşrulaştırma şarttır).
CHP’nin İttihatçı-Kemalist siyasi çizgisi ve ideolojisi de bu işe yarıyor.
***
Şimdi gelelim Kılıçdaroğlu’na…
Tabanı böyle, ideolojisi böyle; yani destekleyenlerin “AKP’yle uzlaşıp demokrasinin önünü aç” diye bayılmadığı, ideolojik olarak da demokrasiye alerjik bir partinin başına geçiyor.
Ama burada asıl tercih yapması gereken, o ayrıcalıklı zümrenin ileri gelenleri, ağır topları, sermayedarları ve bürokratları.
Çünkü aristokratik veya oligarşik bir düzenden demokratik düzene esas olarak iki şekilde, evrimci veya devrimci bir yoldan geçilir.
Birincisinde eski sınıf veya zümre, artık zamanın değiştiğini “idrak eder”, elindeki ayrıcalıkları büsbütün kaybetmemek için yükselen yeni sosyal güçleri “tanır”, onlara sofrada yer açar, eski rahatlığından bir miktar taviz verir, masaya yeni eklenen sandalyelerin sıkışık düzenini ve yemeğin daha fazla tabağa pay edilecek olması “kötü” gerçeğini sineye çeker. Bu durumda yine sofrada, hatta başköşede oturmaya uzun süre devam eder; tabii zamanı geldiğinde yenilere daha fazla yer açmak, belki başköşeden de uzun vadede kalkmak üzere. Böyle yaptığında hem barışı bozmamış olur ve hem de oyunda kavgasız gürültüsüz yer değiştirme kuralını yerleştirerek yarınki kavgayı da önlemiş olur.
İngiltere esas olarak bu yöntemi izlediği için, yani oranın egemenleri aşağıdan gelen yeni sosyal güçlere siyasete katılım kanallarını zamanında açmayı başardıkları için, örneğin parlamentoya önce “avam”ı kabul edip, zaman içinde onlarla egemenliği paylaşıp, sonra da onlara devretme basiretini gösterdikleri için, hem sağlıklı bir demokrasiyi tesis edebildiler, hem de hala “lord” kalabildiler.
Bu feraseti gösteremeyen Fransızlar ve Ruslar ise, sahip olduklarının tümünü korumak, ayak seslerini duydukları kalabalığa sofrada yer açmamak istedikleri için hem her şeylerini kaybettiler, hem de çatışmacı bir siyaset geleneği miras bıraktılar.
Bizde de Cumhuriyet’in sağladığı imkanlarla palazlanan ve oradaki soylu sınıfa karşılık gelen ayrıcalıklı zümrenin büyük bölümü ikinci yoldan gidiyor. Her şeyi olduğu gibi elde tutmak istiyor, “ayakların baş olmasını” içine sindiremediği için de demokrasiden hazzetmiyor, kavga istiyor ve bu işleve uygun, hırçın ve kavgacı lider seçiyor.
***
Bir lider bunu değiştirebilir mi?
Başına geldiği kitlenin sınıfsal veya zümrevi reflekslerini demokrasiye kanalize edebilir mi?
Türkiye en azından 1950’den beri demokrasiye geçmeye çalışıyor.
Bir lider, on yılda bir darbe ve muhtırayla kesilen 60 yıllık bu gerilim filmini bitirip, kendi tabanına, “bak kardeşim, dünya değişiyor, artık eski gariban köylüler yok, uzlaşırsak daha uzun süre bu konakta oturabiliriz” fikrini kabul ettirebilir mi?
Böylece demokrasiye ciddi bir kanal açıp, imtiyaz düzeninden gelecek haram servet yerine, ülkenin enerjisini çatışmaya harcatmayıp, eşitlik düzeninden gelecek helal kazanca temel oluşturabilir mi?
Zor olmakla birlikte imkansız değil.
Ve asıl bunu başarmak gerçekten “kazanım” olur.
Ama bir sorun var ki, bunu Kılıçdaroğlu yapamaz.
“Halktan geliyor”muş. Alevi ve Kürt’müş. Bunların hiçbir anlamı yok.
Çünkü bu ülkede devşirme sistemi hala devam ediyor (İki farkla ki, artık Balkanlar kalmadığı için kapıkulu adayları Anadolu’dan devşiriliyor ve monarşi için değil oligarşi için devşiriliyor). Yukarıya çıkanlar kendi sosyal köklerine yabancılaştıkları ölçüde “makbul lider” oluyorlar (Tıpkı “ben arkama bakmam” diyen ve yukarı çıkar çıkmaz merdiveni tekmeleyen Demirel gibi).
Açıkçası Kılıçdaroğlu’nun farklı olduğunu düşünmek için bir sebep yok. Tersine, Baykal’ın bıraktığı yerden maça devam edecek gibi görünüyor. Tabanını demokratik bir siyasi çizgiye ikna edecek liderlik yeteneğine ve daha önemlisi bunun gerektirdiği demokratik perspektife sahip görünmüyor.
Daha da önemlisi, böyle bir dönüşümü sırtlamak ideolojiden çok gönül işi.
Benim gördüğüm, Kılıçdaroğlu’nda bir sahicilik sorunu var.
Dersim Katliamı nedeniyle Öymen’i eleştirmesi, vicdani bir tepkiden çok siyaseten doğrucu bir tepkiyi ifade ediyordu. Ve “gereğini yapsın” dediği Öymen’e CHP sahip çıktığında, kendisi gereğini yapması gerekirken, o hiçbir şey olmamış gibi sineye çekebilmişti.
Sonra onu başörtülü bir genç kızla tartışırken izledim. Söylediklerinin doğru olmadığını kendisi de bilen, haksız olduğunun farkında olan ve bunu demagojiyle örten bir kişiydi gördüm.
***
Bir partiyi veya ülkeyi demokratlaştıracak olan lider, demokrasi söz konusu olduğunda “kendi muhtaç himmete” vaziyetinde olmamalı.
Dahası, CHP’yi dönüştürecek bir liderin o parti çatısı altında uzunca bir süre kalmış olması gerek.
O kadar uzun zaman CHP’de bulunup da demokrat kalmak ise mucize olurdu.
Star, 18.05.2010