Ekonominin tarifini kitaplar, “insanların sonsuz ihtiyaçlarının kıt kaynaklarla karşılanması sanatı/bilimi/faaliyeti” olarak tanımlarlar. Bu tanımdaki yanlışlık, insanların önü alınamaz ihtiyaçlarının, kaynakların kıt olması sebebiyle, planlayıcı bir güç tarafından, hem eşit hem de hepsi tüketilmeyecek şekilde dağıtılabileceği veya dağıtılması gibi bir görüşten hareket etmesidir. Oysa insanların ihtiyacı da kaynaklar da üretilenle doğru orantılıdır. Hiçbir insan bugün üretilmemiş bir şeye hayalinden ihtiyaç duymaz, hiçbir ürün de insanlar talep etmedikçe üretilmez. Bugün ihtiyaç olarak gördüğümüz bir dolu mal ve hizmet bundan 100 yıl önce hayal dahi edilemediği için, o günün insanlarına “ileride şöyle şeyler üretilecek ve tüketilecek” denseydi muhtemelen “dünyanın kaynakları bunu karşılamaya yetmez” cevabı verilirdi. Ama bugün görüyoruz ki, o günlerin üretiminin kat be kat üstünde tüketimde bulunuyoruz. Gelecekte de bugünkünden daha farklı, şimdiden bilemediğimiz belki yüzlerce ürün ihtiyaç listesine girecek.
İnsanların ferdî ihtiyaçları da kendi üretimleriyle doğru orantılıdır. Bu dünyadaki üretimi sadece kol gücü olan bir insan, “benim özel uçak ihtiyacım var, bunun karşılanması gerekir” diyemez. O yüzden insanların ihtiyacı da sınırsız değildir. Dolayısıyla kitaplardaki bu tarifi ben yanlış buluyorum.
Ekonomi, tek tek insanların, ürettiği malların ve hizmetlerin aralarındaki mübadelesi sonucunda husule gelen bir faaliyettir. İnsanlar, kendi arzularını ihtiyaçlarını karşılamak için başkalarının arzu ve ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Yani “evine ekmek götürmek isteyen bir fırıncı başkalarının ekmek ihtiyacını karşılamak” zorundadır. Bu faaliyette de hiçbir zorlayıcı bir güç olmayıp sadece müşevvikler vardır. Hiçbir güç insanları, diğer insanların ihtiyaçlarını karşılamak için zorlayamaz. Zorlarsa bunun adı angarya veya kölelik olur. Buradan da ekonomik bir fayda çıkmaz. Sonu her zaman hüsran olur.
Ekonomi, o ülkede yaşayan insanların tümünün toplam üretimidir. Yani ne kadar üretiyorsak o kadarızdır. Hiçbir organizasyon, “kâğıtları yeşil boyayıp dolar yapma” gibi marifetlerle, insanlarının üretimini/zenginliğini değişik atraksiyonlarla olduğundan fazla yükseltemez. Ekonomide mucize yoktur. Devletler ülkenin ekonomisini düzeltemez, öyle bir güçleri veya marifetleri yoktur, ama bozarlar. “Düzeltiyorum işte” dediği de önceki yanlış politikalarından geri dönülmesidir. (Mesela, beyaz eşyada KDV oranlarının düşürülmesi ve taksit sayılarının arttırılması gibi.) Devlet mevcut üretimi de arttıramaz. Böyle bir gücü yoktur. Eğer olsaydı, sadece tarımsal üretim yapabilen bir toplumu, başındaki devlet, mucizeleriyle (halkının üretebildiği sadece tarım olduğu halde) zengin ve müreffeh bir halk/devlet yapardı.
Devlet denilen mekanizma aslında ekonominin içinde üretken olarak bulunamaz. Devlet sadece ekonomik faaliyetin içine “asalak ve tüketken” olarak ve çoğunlukla “rıza dışı” olarak girer ve kaynakları yer bitirir. Bu tüketiciliğini doğrudan veya dolaylı vergiler ve kârlı olmayan yatırımlar yoluyla yapar. Devlet “başkasının parasını başkası için” harcadığından, yani o paranın üretiminde kendi alın teri olmadığı için savurganca davranır. Memur sayısını arttırır, lojman yapar, makam aracı alır, eşe-dosta ulufe dağıtır lüzumsuz yatırımlar yapar. Zamanla da insanlar için en kolay para kazanma yolu devlete bir şekilde kapağı atmak olur. Zannedilir ki devlet ekonominin asıl aktörüdür ve elindeki parayı vatandaşına dağıtandır. Zamanla halkın tümüne yakın bir kısmında, “ekonomik bütün problemlerin çözüleceği bir merci” olarak görülür. Devlet de bunu kendine görev olarak kabul eder ve asıl ekonomik aktörlerin üretimine “el koyma hakkı”nı kendinde görür. Bu “el koyma hakkı”nı “bütçe” olarak adlandırır ve her yılın başında milletin temsilcilerine kabul ettirerek bu hakkı kullanmaya başlar. Kimsenin sesi çıkamaz ve asıl ekonomik aktörler mecburen bu “el koyma”ya razı olurlar.
Devleti yönetenler, ara sıra da belirlenmiş bütçenin dışına çıkarlar. Seçim dönemi yaklaşırken, oy alabilmek için, yılbaşında yapılan bütçede öngörülmeyen malî dağıtım yaparlar. Seçim geçince de eğer zaman yeterse bu verdiklerini değişik isimler altında halktan fazlasıyla geri toplarlar, eğer zaman yetmezse borçlanma yoluyla açığı kapatmak isterler. Bu ikisine de zaman bulamazsa, daha örneğini sık sık gördüğümüz “ekonomik krizler” çıkar.
Türkiye ilk 12 yıllık Ak Parti iktidarı döneminde uyguladığı sıkı para politikasıyla bu tür angajmanlara hiç girmedi. Bütçeye sadık kaldı ve ülke sağlıklı bir şekilde büyümeye başladı. Ancak 12 yıldır oyunu artıran iktidar partisini yıkmak muhalefet için imkânsız olarak görülünce, 7 Haziran 2015 seçimlerine gidilirken, iktidarın da pusulasını şaşırtacak vaatler verdi. “Asgari ücrete zam, emekliye bayramlarda ikramiye, ev hanımlarına maaş, memura 3600 gösterge vs” gibi vaatler seçmenin kafasını da karıştırdı. Halk, “devlette var da vatandaşa vermiyor, kendi adamlarına yediriyor” propagandasına kapılıp oyunu Akparti’den çekip diğer partilere paylaştırdı. Sonuçta ülke hükümetsiz kaldı ve 5 ay sonra yeniden seçime gitmek zorunda kaldı. İşte Türkiye’nin dengesi o andan itibaren bozuldu. Akparti de 12 yıllık politikasından dönerek muhalefete uydu ve onların “vermeyi vaat ettiklerini” seçmene “verdi”. Bu sefer de eski oyunun bile üzerine çıktı. O andan itibaren seçimi kazanmanın formülü değişmiş oldu. Yani 2000 öncesi yıllara döndük. Hemen peşinden gelen Anayasa referandumunu da kendi istediği gibi kabul ettirebilmek için aynı popülist politikalara devam edildi. O referandum da ancak öylelikle kabul edildi. Ama devletin maliyesi (ekonomi) bu dönemde yokuş aşağı gidiyordu. Önümüzde, yapılacak ilk “Cumhurbaşkanlığı sistemi seçimi”ne, yani 2019 Aralığına kadar idare edilemeyeceği görüldüğünde de 24 Haziran için erken seçim kararı alındı. İpin ucu bu seçimde daha da (kaçırıldı değil) bırakıldı. Adeta “patron çıldırdı” afişleri asıldı. Ekonomik üretimle hiç alâkası olmayan, sadece üretenlerin ürettiğinin üzerinden para harcama yetkisine sahip olan hükümet, seçimin tehlikeye girmemesi için yine muhalefetin “vereceğim” dediklerini peşinen “vererek” seçimi kazandı. (Not: Ben emekliyim ve emekliye verilecek 2 bayram ikramiyesine ilk açıklandığı andan itibaren karşı çıktım. Bu konuda vicdanım rahat.)
Son günlerde yaşadığımız olay, kimse kızmasın, işte bu kendi kafasızlığımızla kendi kendimize ettiğimizden başka bir şey değildir. Hiç suçu başka mihraklarda aramaya gerek yok. “Bizim maliyemiz çok düzgündü, ekonomimiz çok sağlamdı da, Trump veya birkaç derecelendirme kuruluşunun beyanlarıyla bozuldu” demek, kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. O yüzden kediye kedi diyelim, krize de kriz diyelim de bir daha aynı duruma düşmeyelim. Fakat biz bu ülkede bu filmi hep seyrettik, bu kafayla da daha çok seyrederiz.