Bazı konular vardır; insan ideolojik, sınıfsal ve benzeri aidiyetleri yüzünden doğruyla yanlışı ayırt etmekte zorlanır. Veya bazen sorun o kadar karmaşıktır ki, doğrunun ne olduğundan emin olmak güçtür.
Ama bazı konular da vardır ki, doğru ile yanlış apaçık ortadadır ve adalet duygusunu tamamen kaybetmemiş olan herkes bunu görebilir. Gördüğünde ise, eğer önyargı veya nefret gözünü kör etmemişse, “doğruya doğru” der veya en azından susar.
Bu kadarlık bir adalet duygusunun veya ahlakın mevcut olduğu bir ülkedeyseniz, her şeye rağmen umut var demektir. Orada uzlaşmayı da, barışı da, demokrasiyi de tesis etmek mümkündür.
Katsayı kavgası, bu ülkede asıl eksik olanın, ideal hukuk kurallarından önce vicdan ve adalet olduğunu gözler önüne seriyor.
***
Danıştay’ın katsayı kararı aslında kimseyi şaşırtmamalıydı.
Belki de karara hayret edenler, muhtemelen bu kadar bariz adaletsizliğe duydukları tepkiden dolayı şaşırmış gibi yapıyorlar.
Oysa “Danıştay kendi koyduğu kuralı çiğnedi”, “bu karar, dün verdiği kararın tamamen tersi” gibi eleştirilerin de geldiğimiz aşamada artık önemi yok. Görünen o ki, yargı erki demokratik meşruluğa kavuşturuluncaya kadar, bu ülkede siyasi kavganın içinde elinde kılıç, cüppesiyle oligarşinin safında dövüşen “doğal CHP’li” yargıçlar görmeye devam edeceğiz.
Ama konumuz Danıştay değil. İşte bu yüzden, son kararın hukuki bakımdan yanlışlığına ilişkin tartışmaların içinde boğulmadan, Katsayı Sorununu ve bu sorun çevresindeki tutum alışları mercek altına alıp tartışmaya ihtiyacımız var.
Çünkü bu mesele, aslında bizim nasıl bir ülkede ve rejimde yaşadığımızla ve nasıl bir toplum olduğumuzla çok ama çok yakından ilgili.
***
Nedir Katsayı Sorunu?
Adına ister “puanlama sistemi” diyelim, ister “alan tercihi” gibi zarif ifadelerle sunalım, Katsayı Sorunu, Meslek Lisesi öğrencilerinin üniversiteye giriş sınavında daha çok soru yapmalarına rağmen, hesaplama sisteminin değiştirilmesi dolayısıyla daha az puan alır hale gelmelerinden ve dolayısıyla üniversite sınavında başarısız sayılmalarından kaynaklanan bir sorundur. Katsayı sorunu, bu yönüyle bir ayrımcılığa maruz bırakılma sorunudur. Bu öğrenciler, “alan tercihi”ne zorlanmakta ve diğer öğrencilerden çok daha fazla soru çözseler bile “katsayı” dolayısıyla daha az puan almakta ve başarısız sayılmaktadırlar. Öyle ki, aldıkları puanın ciddi bir biçimde düşürülmesi yüzünden, neredeyse bütün soruları çözseler bile, bütün öğrencilerin ideali olan bölümleri kazanmaları aritmetik olarak imkansız olmaktadır.
***
Sorun Nasıl Ortaya Çıktı?
Bu adaletsiz uygulamanın kaynağını aslında herkes biliyor.
28 Şubat sonrasında, İmam Hatip Lisesi (İHL) öğrencilerinin üniversitelere girmesinin engellenmesine karar verilmişti. Çünkü bu çocukların üniversite sınavlarında başarılı olarak, vali, kaymakam, mühendis veya doktor olmaları istenmiyordu. Ama bunu açıkça bu liselerin adını vererek yapmak yerine, onları engelleyebilmek için, onlarla birlikte bütün meslek lisesi öğrencilerinin de geleceklerini karartacak bir şekilde yaptılar.
Bulunan yol “katsayı” getirmekti. Yani puanlama sistemini değiştirerek, o çocukların üniversiteye girmelerini filen imkansız hale getirmekti. Öyle ki, meslek liseli bir öğrenci, düz liseli veya kolejli öğrenciyle aynı sayıda, hatta çok daha fazla sayıda soru yapsa bile daha az puan alacak ve dolayısıyla sınavı kazanamayacaktı.
Yapılan tam da buydu ve sonuç tam da öyle oldu.
Üstelik bu uygulama, hukukun temel ilkelerine aykırı biçimde, kazanılmış hakların açıkça çiğnenmesi yoluyla yapıldı. Şöyle ki, çocuğunu meslek lisesine kaydettiren bir veli, o günkü mevzuata göre, çocuğunun mezuniyet sonrası üniversite sınavında başarılı olması durumunda dilediği bölüme girmeye hak kazanacağını biliyordu. Dolayısıyla çocuğunun sadece elektrikçi, tornacı veya imam değil, eğer çalışıp da başarılı olursa, hakim, avukat, doktor da olabileceğini bilerek o okula veriyordu. Aradan yıllar geçip de çocuk tam mezun olacakken kuralın değiştirilmesi, onun önündeki bütün yolların kapatılması, muktesep hakkının gasp edilmesinden başka bir şey değildi. Biraz hukuk bilgisi olan değil, biraz adalet duygusu olan herkesin fark edebileceği bir haksızlıktı bu.
***
“İşçisin Sen İşçi Kal”
Meslek Liselerinde okuyan öğrenciler, ağırlıklı olarak düşük gelir grubuna ait olan, geçim sıkıntısı çeken ailelerin çocuklarıydı (Hala da öyle). Bu aileler de, bütün ana-babalar gibi çocuklarını “üst makamlarda” görmek istiyorlar, ama çocuk “makus talihine” teslim olup da üniversite sınavında başarılı olamazsa, aç ve açıkta kalmaması için de bu okulları tercih ediyorlardı. Yani aileler, sadece çocukları tornacı, boyacı veya imam olsun diye değil, üniversiteyi kazanamazsa, bari “eli iş tutsun” da boşta kalmasın diye bu okullara gönderiyorlardı.
Eşit yarışma haklarını ellerinden almak, yürürlükteki anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi, onları içinden geldikleri sosyal sınıfa hapsetmek demekti. Yıllardan beri göz göre göre yapılan haksızlık buydu. Ama bu liselerde okuyan öğrenciler, genellikle en alttakilerden olduklarından dolayı, yani “zengin, seçkin ve varlıklı ailelerin biricik yavruları” olmadıklarından dolayı onların hayatlarının karartılması çoğu kez haber değeri bile taşımadı.
***
Sınıfta Kalan Bir Toplum
Son Milli Eğitim “Şûrası”ndaki tartışma, işte bu adaletsizliği kaldırmak için geç kalmış bir siyasi iradeyle, göz göre göre bu haksızlığın devam ettirilmesinden yana olanlar arasında geçti ve bu tartışmada Türkiye toplumu sınıfta kaldı.
Hükümet sınıfta kaldı, çünkü göreve geldiği ilk dönemde hayatı karartılan yüzbinlerce öğrencinin bu can alıcı sorununu çözmeyi başaramadı. Şimdi katsayıyı kaldırsa bile, bu “başarı”, muktesep hakları gaspedilen, ümitleri sönen yüzbinlerce gencin kaybolan geleceklerini geri getirmeyecek. Çünkü 28 Şubat sonrası bu okullar, daha önce oraya girenlerin çoğunluğuna ayrılma imkanı dahi verilmeyen birer hapishaneye dönüştürülmüştü ve bir kuşağın en az üç öğretim yıllık bölümünün geleceği infaz edilmişti. Daha açık bir ifadeyle, o okullara girdiklerinde üniversite sınavında serbestçe yarışma hakkı bulunan ve Meslek Liselerinin ilk sınıfından son sınıfına kadar her kademesinde bulunan yüzbinlerce öğrenci, bu hakları ellerinden alınarak, telafi edilemeyecek biçimde kıyıma uğramıştı. Düz liselere geçmek isteyenler de alınmamıştı. Çünkü bir kuşağın tasfiyesi hedefine ulaşmak için kafesin kapısını kapalı tutmak gerekiyordu. 28 Şubat bunu gerçekleştirmek için gerekli iradeyi ve koşulları sağladı. Bir kuşak üniversiteden tasfiye edildi.
Şimdi onların tamamına yakını, aslında rahatlıkla kazanabilecekleri üniversitelerde okumaları engellendiği için, başka mesleklerde çalışıyorlar. Neredeyse insanın, “keşke yasakçılar biraz olsun mert olsalardı ve sadece asıl hedefledikleri kesimi, yani ‘irticacı’ olarak gördükleri gençlerin hayatını karartmakla yetinecek bir düzenleme yapsalardı da, sırf onları mağdur edebilmek için bari bütün o öteki çocukları harcamasalardı” diyesi geliyor. Çünkü İHL’ler bütün meslek liseleri içinde sadece % 8’lik veya 10’luk bir oranı oluşturuyor. Bunun diğer bir anlamı şu: 1 İmam Hatiplinin üniversiteye alınmasını engellemek için 9 diğer meslek liseli öğrenci feda edildi.
Bu, pekala bilinen, ama söylenmeyen gerçekti.
Bu uygulamanın asıl mağdurları işte bu kuşaktı. Ama iktidar, ilk döneminde herhangi bir kararlılık ve siyasa ortaya koyamadı; sonra malum geri adımları güçler dengesini netleştirdi. Sonra çaba gösterdiğinde ise statüko izin vermedi.
Muhalefetten hiç söz etmiyorum; çünkü onlar da bu konuda sınıfta kalmış durumda. Partiler genellikle muhalefetteyken doğruyu söyler, iktidarda susar. Onların daha muhalefetteyken bile susmayı tercih etmeleri, hatta CHP örneğinde kendi zümrelerinin dışında kalan kesimlerin çocuklarına yapılan haksızlığı meşru görmeleri, bu konuda çok daha kötü durumda olduklarını gösteriyor. Yani onlardan hiç umut yok.
Bu konuda üniversiteler, öğretim üyeleri ve bir bütün olarak akademya sınıfta kaldı. Sadece haksızlığı gördükleri halde sustuklarından değil, ideolojik önyargıları yüzünden bu ayrımcılığı haksızlık olarak dahi görmeyi başaramadıklarından veya haksızlık olduğunu bile bile tersini söylemelerinden.
(Kendisi de bir akademisyen olan eski YÖK Başkanı Teziç, “katsayı tartışmalarının ardında başka amaçlar” olduğunu söylemişti. En “art niyetli” ihtimali düşünelim; yani katsayıyı imam hatipliler için kaldırmayı istemeyi. Bunun meşru bir amaç olmadığını kim söyleyebilir? Üniversite sınavında aynı puanı alan “düz lise”linin orta öğretim başarı puanı 0.8’le çarpılırken, imam hatiplininkinin 0.3’le çarpılmasına, yani onların maratona hiç yetişemeyecekleri kadar geriden başlatılmasına “adaletsizlik” demek için şeriatçı mı olmak gerek? Yoksa bu çocukların başarılı olmalarına rağmen üniversiteye girmelerinin önünü kapatmayı, bu kadar bariz haksızlığı görmemek için zalim olmak mı?)
***
Basının Zalimlik Katsayısını Hesaplamak
Basın da sınıfta kaldı. Hatta şöyle söylemeli, basın sadece sınıfta kalmadı, bu konuda bir dezenformasyon, somut olguları ters yüz etme ve konuyu tersinden aktarma gibi yöntemlerle katsayının kaldırılmasını engellemek için bir tür kampanya yürüttü.
Bunu görmek için katsayı ile ilgili manşetlere bir göz atmak yeterliydi.
Örneğin Vatan Gazetesi, konuyu “yazık bize” başlığıyla duyuruyordu. Alt başlık, “Dünya ‘Matematik yerine özgüven dersi koyalım’ diye tartışıyor, bizimkilerin tek derdi ‘İmam hatiplileri üniversiteye nasıl sokarız’” şeklindeydi. Duyan da Hükümetin yeni ve daha önce olmayan bir durum yaratmaya çalıştığını zannederdi. Oysa durum, daha önce var olan bir hakkın geri verilmesi çabasından ibaretti. Üstelik bu başlık pekala “yazık bize, dünya neleri tartışıyor, bizimkilerin tek derdi imam hatipleri nasıl üniversiteye sokmayız” şeklinde de atılabilirdi.
Radikal’in “İmam Hatip inadı bitmek bilmiyor” başlığı, aslında yasakçıların inadını eleştirmek için atılabilirdi. Yani gazeteye göre, sokmama yanlıları değil de engeli kaldırma yanlıları “inatçı” oluyordu.
Hürriyet konuyu, “ ‘İmam’ vali ve öğretmen yolda”ya indirgerken, Milliyet de bütün tartışmayı imam hatiplilerin “daha kolay öğretmen, kaymakam, hâkim ve savcı olabilecekler”ine ilişkin başlıkla duyuruyordu. Konuyu bilmeyen bir okuyucunun “demek hükümet imam hatiplileri kayırıyor” şeklinde anlamasını çok mümkün kılan “haber”lerdi bunlar.
Üstelik konuyu hep imam hatiplere bağlayan onlardı. M.E. Bakanı, “Şura’da imam hatiplerden tek cümle edilmedi” derken haklıydı; yani onlar “meslek lisesi” dedikçe berikiler “imam hatip” anlıyorlardı. Ama onların imam hatipleri -ve tabii bunu yapabilmek için tüm meslek liselerini- ne pahasına olursa olsun üniversiteye sokmama takıntısı, Bakanlığın engeli kaldırma arzusundan çok daha fazlaydı.
(Bu da bana üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konu gibi görünüyor. Başörtüsü Sorununda olduğu gibi, haksızlığın devamını savunanların, mağdurlardan çok daha tutukulu bir kararlılık içinde oldukları ülke fazla değildir her halde).
***
“Katsayı ne yana düşer usta, adalet ne yana?”
TÜSİAD’ı ve Eğitim Sen’iyle, dernekler ve sendikalar da sınıfta kaldı.
Türkiye’de demokratikleşmeyi desteklediğini savunan ve AB sürecindeki birçok reforma destek veren TÜSİAD, ancak “tuhaf” olarak nitelenecek biçimde, “irtica” ile ilişkilendirilebilecek her konuda, -bu ilişki paranoya ölçüsünde ilgisiz bir gerekçelendirmeye dayansa bile-, derhal “bayrak açıp” (Ömer Sabancı’nın ifadesi) agresif bir tutum alabiliyor.
(TÜSİAD’ın Müslümanların din ve vicdan özgürlüğü söz konusu olduğunda sıkça nükseden bu islamofobik tutumunun sınıfsal veya zümrevi arkaplanı ayrı bir yazı konusu. Burada sadece şunu belirtmekle yetineyim: Özgürlükleri parçacı talep etmek sadece meslek liseleri konusunda çözümü engellemekle kalmaz, demokratikleşmeyi de sekteye uğratır; çünkü toplumun çoğunluğu “maalesef” TÜSİAD’ın istediği türden insanlardan oluşmuyor ve onları dışta tutacak bir demokratikleşme de mümkün değil).
TÜSİAD bunu “ara eleman ihtiyacı” olarak gerekçelendiriyordu, ama bunun üç bakımdan tutarsızlığı ve haksızlığı açıktı.
Öncelikle, konu eğer ara eleman ihtiyacı ise, bu durumda katsayı gibi bu okullara yönelik talebi dramatik biçimde düşürdüğü pratik olarak kanıtlanmış bir uygulamayı savunamaması gerekirdi. Oysa TÜSİAD, 28 Şubat Sürecinde, meslek liselerine giden çocukların bugünkü mağduriyetlerini üreten sürecin başlıca aktörlerindendi; sonraki dönemde de katsayının kaldırılmasına karşı çıkarak aynı adaletsizliği sürdürdü. Çok sonraları KOÇ Grubunun “Meslek Lisesi Memleket Meselesi” diyerek ve sekiz bin öğrenciye burs taahüdünde bulunarak bu okullardan kaçışı engellemeye çalışması, katsayı sonrası ortamda ihtiyaç haline gelen bir önlemdi.
(Bu arada, ne alaka bilmiyorum, TOKİ, Koç’a “mesleki eğitimi özendirdiği için” teşekkür mektubu göndermiş. Sanki 28 Şubat’ı, yani katsayıyı getiren, dolayısıyla meslek liselerine talebin düşmesine sebep olan bütün bu haksızlıkların yapıldığı süreci destekleyen bendim).
İkinci olarak katsayı sistemi, sanıldığı gibi öğrenciye, lisede eğitimini aldığı alanda bile gerçek bir tercih fırsatı vermiyordu. Eğitim-Bir Sen Başkanı Ahmet Gündoğdu, bunu şöyle açıklıyordu:
“Örneğin, Kimya Meslek Lisesini bitiren bir öğrenci, üniversitede kimya mühendisliği bölümünü yazdığında bile puanı aynı şekilde düşürülmekte (orta öğretim başarı puanı 0.3’le çarpılmakta, yani pratik olarak o bölüme girmesi adeta imkansız hale getirilmekte), sadece kontenjanı çok sınırlı olan kimya öğretmenliğini ‘tercih’ etmek zorunda bırakılmaktadır. İletişim meslek lisesini bitiren iletişim fakültesine, endüstri meslek lisesinin elektrik bölümünü bitiren öğrenci ise elektrik mühendisliği bölümüne girmek istediğinde dahi puanı düşürülmektedir”.
(Bu konuda en açık, net ve adil tutum Memur-Sen’e bağlı Eğitim-Bir Sen’inki. Ama bu konuda böyle. Diğer özgürlükler söz konusu olduğunda, bu sendika da Türkiye’deki genel rahatsızlığın dışında olmadığını gösteriyor. Örneğin katsayı söz konusu olduğunda Eğitim-Sen’in adalet ve özgürlük karşıtı bir konuma savrulması gibi, Kürtçe eğitim veya zorunlu din dersi söz konusu olduğunda da onlar benzer bir savruluş gösteriyorlar. Memur-Sen’e bağlı Diyanet-Sen Genel Başkan Yardımcısı Süleyman Bahadır’ın, din dersinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını istemediklerini, bunu kabul etmenin de mümkün olmadığını belirtmesini ve “Müslüman bir ülkede dini eğitiminin devlet eliyle ve devlet okullarında alınması gerekir. Anayasanın 24 maddesinde bu devlete görev olarak verilmiştir” şeklindeki açıklamasını nasıl yorumlamalı? Bir hak söz konusu olduğunda adil davranan sendika, başka bir söz konusu olduğunda ötekiler gibi tutum alıyorsa, orada en azından çifte standartlılık konusunda genel bir uzlaşmanın varlığından söz etmek mümkün değil mi? Böyle bir ülkede adalet mümkün olabilir mi?)
Üçüncü olarak, katsayıyı meslek liseliyi okulunda tutmayı sağladığı için savunanlara gelelim: Üniversite sınavında serbest rekabet sağlandığında doktor, hakim ve vali olabilecek bir öğrenciyi, sırf sanayicinin ara eleman deposunu geniş tutmak için engellemek, her şeyden önce ahlak, insaf ve adaletle bağdaşmayan bencilce bir yaklaşım değil mi? Büyük sermaye neden bu alanda serbest rekabet koşullarını savunmayı tercih etmez?
(Aslında herkes biliyor, yoksul kesimlerin ana babaları, çocukları büyük sermayeye ara işgücü olsun diye değil, yetenekli çıkarsa sınıf atlayabilsin isterler ve o yüzden emek verir, para ayırır okula gönderirler. TÜSİAD kendi zümrevi çıkarları için -veya İmam hatip nefreti yüzünden zümrevi çıkarlarına rağmen- katsayıyı savunabilir, ama meslek liseli ailelerin çocuklarının da TÜSİAD’çıların çocukları kadar tercih hakkı var. Büyük Sermaye bu adaletsizliği içine sindirmeye devam edebilir, ama o çocukların ailelerinin seçip göreve getirdiği siyasi iktidarların sindirme lüksü olamaz. Olursa o aileler başkasını getirirler).
***
Patronu anladık da, sendikaya ne oluyor?
Eğitim Sen’in trajik savruluşu da tam bu noktada belirginleşiyordu. TÜSİAD adaleti sınıfsal çıkarlarına kurban etmek isteyebilirdi; ama kendi web sayfasındaki eğitim raporunda “Öğrencilerin sınıfsal ya da sosyo-ekonomik kökenlerine ilişkin araştırma bulguları, mesleki ve teknik eğitime devam eden öğrencilerin çok büyük oranda düşük gelir ve düşük eğitim düzeyinden ailelerden geldiğini göstermektedir” diyen sendikaya ne oluyordu? Neden katsayı konusunda Bakanlığın ürkekçe de olsa atmaya çalıştığı adımı, üstelik de ortada hiçbir şey yokken “eğitim dinselleştiriliyor” diye çıkış yaparak engelleyenlerle birlikte hareket ediyordu? Neden katsayı konusu o devasa raporun, hatta web sayfalarındaki eğitimle ilgili onlarca tartışmanın içinde yoktu? Açıktı ki bu sendika da özgürlüğü parçacı anlıyor (yani anlamıyor) ve örneğin Kürtçe eğitim konusunda gösterdiği özgürlükçü tutumu din söz konusu olunca tamamen tersine çeviriyordu.
(Çünkü onlar evrensel anlamıyla sol/sosyalist perspektife duydukları yakınlıktan çok, adını öyle koymasalar bile resmi ideolojinin temel ilkelerine/öncüllerine yakınlık duyuyorlar; 28 Şubat’ta DİSK’in büyük sermaye ile hareket etmesi gibi, gündelik yaşamda “emekten yana” söylemler geliştirseler bile, stratejik zamanlarda korporatif rejimlerdeki meslek örgütleri gibi bir işlev görüyorlar; ve konumuz açısından katsayı konusunda TÜSİAD’la aynı şeyi söylemeye yüzleri tutmasa bile, stratejik karar zamanı geldiğinde onunla aynı safta durmaları anlamına gelecek tutumlar almaktan sıkıntı duymuyorlar (Son Şura’da katsayının kaldırılması yönündeki 64 oya karşı, katsayı lehindeki 4 oydan biri Eğitim Sen temsilcisi tarafından verilmişti). Egemen sistemin kurbanlarının bir çeşidine, “mürtecilere” karşı sistemle aynı önyargıları paylaştıklarından dolayı, tıpkı Açık Öğretim Liselilerin sınav yönetmeliğinde “boşluk” olduğunu fark edip başörtülü öğrencilerin sınava girmesini engellemek için Danıştay’a başvurup bu “hata”yı “düzelttirmeleri” örneğinde olduğu gibi, resmi ideolojiye sivil destek vermeyi “normal” görebiliyorlar. “Yanlış bilinç”leri ve dine karşı önyargıları “nesnel koşulları” görmelerini öylesine engelliyor ki, açıkça yoksul kesimlerin çocuklarının haklarının gasp edilmesi anlamına gelen katsayı konusunda bile bu trajik savruluşu gösterebiliyorlar).
Bir milyonu aşkın meslek liseliyi (yani “ötekilerin çocukları”nı), yüz bin imam hatipliye (yani “daha da ötekilerin çocukları”na) kurban etmeye götüren sağlıksız bir ruh hali, sınıfsal ve ideolojik bir tercih bu. 12 Eylül Cuntasının elebaşı Kenan Evren bile konuya daha az acımasız yaklaşıp, “hiç almamak taraftarı değilim. Çocuk zorlaştırmamıza rağmen kazanıyorsa demek ki kabiliyetli imiş, kazanmış. Belki üniversiteye gidince o kafasını değiştirir. Ama kendi camiasında kalırsa onu devam ettirir” diyebiliyordu.
(Onun İHL öğrencilerini “hasta çocuklar” olarak gördüğünü ortaya koyan bu ifadelerindeki önyargıyı bir yana koyacak olursak, sizce de şu soru üzerinde düşünmeye değmez mi: Darbeci bir diktatörün “sivil toplum”dan daha insaflı olduğu kaç ülke vardır acaba?)
Sendikanın solcusu böyle de sağcısı farklı mıydı? En fazla üyesi olan ve Hükümetle pazarlık yetkisini elinde bulunduran Türk Eğitim Sen ise milletin hukukunu milliyetçilik ideolojisine kurban ederek, sanki bu sorun hiç yokmuş gibi yapmayı sürdürüyordu. Muhtemelen, katsayıyı kaldırmak isteyen Hükümetin ekmeğine yağ sürmemek veya Türkiye’deki mevcut güç ilişkilerini değiştirecek bir tutum almamak için haksızlığa göz yumuyor, susarak adaletsizliğe katkıda bulunuyordu.
(Eğitimle ilgili bir sendika düşünün ki, web sayfasında Ermeni sorunundan Kıbrıs’a bilumum siyasi konular, dünyayla ve milli meselelerle ilgili “mega” çözümlemeler, “Türklük gururu”yla ilgili hararetli yorumlar var, ama asıl ilgilenmeleri gereken bir eğitim meselesi olan katsayı sorunuyla ilgili spesifik bir başlık yok. Site içinde sabırlı bir aramayla, iç sayfalarda onların da katsayı adaletsizliğine karşı olduklarına dair bir bilgiye ulaşıyorsunuz, ama Şûra’da, yani kritik zamanlarda, asıl tutum almanın gerektiği yerde onları da ortada göremiyorsunuz).
Bu tablo, Hükümeti, muhalefeti, basını, sendikası, üniversite hocası ve aydınıyla birlikte belirlediğimiz bir insanlık düzeyini ifade ediyor. Biz buyuz ve bu konuda masum olan kimse yok.
***
Onların sesini duymadığımız için suçluyuz.
“Zenginin kahpesinin, züğürdün hastasının sesi duyulmaz” derler.
Meslek liseleri konusunda mağdurlar o kadar alt sınıflardan, o kadar sesi çıkmaz ve o kadar ezikler ki, yaşadıkları devasa trajedi kimsenin umuruna geçmiyor. Ve mağdur olanlarla kalem tutanlar ve karar verenler farklı sınıflara mensup, farklı hayatları yaşayan insanlar.
Bu çocuklar, ekonomik ve siyasi statü bakımından çocuklarını asla mağdur ettirmeyecek ailelere sahip olmadıkları için sahip çıkanları da olmuyor. Çok iyi biliyorum ki, bu çocukların arasında “ülkemizin alım gücü yerinde, aydın ve seçkin yurttaşlarının” çocukları da olsaydı, böyle göz göre göre mağdur edilmeyeceklerdi; kaybolan üniversite hayallerinin ağıtını yakanlar olacaktı ve sorun çözülecekti. Hatta belki şöyle söylemek daha doğrudur: onlar söz konusu olsaydı bu sorun hiç yaşanmayacaktı. Bu tür bir üniversiteye sokmama uygulaması asla “kolejli Oytunç”un başına gelmeyecekti.
Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararını birlikte dinlediğimiz bir makine mühendisi, “katsayı sistemi meslek liselerini bitirdi. Bu yüzden sanayileşme geriledi. Bugün bu alanda ciddi sıkıntı var” dedikten sonra ekledi: “Bu ülkeye en büyük zararı vermek için bir şey yapmak istenseydi, bundan daha büyük bir darbe indirilemezdi”.
O esas olarak ekonomi ve üretimi göz önüne alarak bu sonuca varıyordu ama katsayının ortaya çıkardığı asıl tahribat belki de bambaşkaydı.
Bu yönüyle katsayı, azımsanmayacak sayıda insanın sınıfsal, zümrevi veya ideolojik mücadelede nasıl bütün ahlaki değerleri gözden çıkarabildiğini ve güçlünün güçsüzü nasıl yüzü kızarmadan ezebildiğini göstermesi bakımından bu ülkede insanlığımızın perişan haline ışık tuttu. Bu ülkede apaçık bir adaletsizliğin nasıl irtikap edilebildiğini gözler önüne sererek, bize kendi yüzümüzü görme fırsatı verdi.
Danıştay’ın bu son kararından sonra sınav adil bir sınav sistemi nasıl yapılır bilmem, ama biz sınavdan çoktan sınıfta kaldık.
***
Türkiye’deki yargı sisteminden uzun zaman önce umut kesenlerden biri olarak, bu haliyle yargıdan hiç ama hiçbir şey beklemediğim için, Danıştay kararını eleştirmeyeceğim.
Katsayı, yaşadığımız hayatın acımasızlığını, daha doğrusu hepimizin acımasızlığını, güçlünün güçsüzü ezişini, adaletsizliğin göz göre göreliğini ve zalimliğimizi yüzümüze vuran bir ayna; bir ışık.
Bu yönüyle katsayı hepimizi “aydınlatıyor”…
Star, 01.12.2009