Anayasa Mahkemesi’nin politik bağlantılarını, kararlarını nasıl ve hangi saiklerle aldığını zaten biliyorduk.
Ordu-yüksek yargı, ordu-CHP ilişkileri, mahkeme üyelerinden bazılarının Ergenekon Davası ile organik bağları ortadaydı. Türkiye’yi 1930’larda tutma çılgınlığı etrafında örgütlenen “kutsal ittifak”ın ana aktörleri çoktan deşifre olmuştu.
Ama yine de şu son rezaletlerin ortaya çıkmasına nasıl sevindim bilemezsiniz.
Son kayıtlar sayesinde Adalet eski Bakanı Seyfi Oktay’ın CHP’nin “Yüksek Yargı komiseri” gibi çalıştığını da öğrenmiş olduk.
Anayasa değişikliği daha parlamentodan geçmeden talimatını vermiş Baykal, “Harekete geçin” demiş.
Bunun üzerine harekete geçmişler. Kimi Anayasa Mahkemesi üyeleriyle kafa kafaya verip çareler aramışlar, taktikler tespit etmişler değişikliği nasıl bozarız, yürütmeyi nasıl durdururuz diye… Üyelerden Fulya Kantarcıoğlu, yürütmeyi durdurmakla niye uğraşalım, esasa gireriz, olur biter demiş kestirmeden.
Öyle ya, çekinecek ne var…
Türban değişikliğinde esasa girdiler de bir şey mi oldu?
367 kararı gibi ucube kararlara imza attılar da hesap soran mı oldu?
Bu defa da aynı şeyi yapabilirler pekala. “Biz yaptık oldu” derler.
75 milyonluk bir halk da “Yüce Mahkeme önünde boynumuz kıldan ince” der oturur…
Oturur mu acaba?
Tarihin hep tekerrür edeceğine güvenilebilir mi? Koca bir halkın bu yasa tanımazlığı bir kader olarak kabullenip sineye çekeceğine emin olunabilir mi? İyi-kötü altmış yıllık parlamenter rejim geçmişi olan bir ülkede parlamentonun bu kadar aciz duruma düşürülmesine, seçimlerin anlamsız hale getirilmesine seyirci kalınabilir mi?
367 kararı hepimiz için bir şoktu. Türban değişikliği kararında esasa girilmesi de öyle… Anayasa’nın (darbeler dışında) bu kadar göz göre göre ihlalini daha önce görmemiştik. Bunları birer “hukuk kazası”, arızi bir durum zannettik, sineye çektik.
Ama aynı şey bir kez daha tekrarlanırsa, yani bizim “kaza” olduğunu umduğumuz şeyin sistemin olağan uygulaması olduğu ortaya çıkarsa, bundan böyle işlerin hep böyle yürüyeceği; seçtiğimiz insanların ağızlarıyla kuş tutsalar ordu-yargı-CHP barikatını aşıp da herhangi bir Anayasa değişikliği yapamayacakları açıkça anlaşılırsa 2007’de ya da 2008’de gösterilen tahammül gösterilebilir mi?
8 Haziran 2008’de Anayasa Mahkemesi türban değişikliğini iptal ettiğinde aldığım okur mektuplarından biri şöyleydi:
“Hep birlikte vatandaşlıktan çıkmak için İçişleri Bakanlığı’na dilekçe verelim. Birleşmiş Milletler’in Vatansız Kişilerin Statüsüne İlişkin Sözleşme’sinin tanıdığı haklardan yararlanmak üzere BM’nin Ankara Temsilciliği’ne müracaat edelim.”
Çaresizliğin, umutsuzluğun, haksızlık karşısında duyulan isyanın bir tezahürü olan bu mektup, o günlerde işittiğim acılı feryatlardan sadece bir tanesiydi.
2008’deki bu çaresiz yakarışın bugün öfkeli bir karşı çıkışa dönüşmesi kimseyi şaşırtmamalı. Kendi ülkesinde bu kadar aşağılanmaktan ve itilip kakılmaktansa vatansız kalmayı düşünecek kadar çaresiz kalan bu insanların uğradıkları haksızlığa ilelebet boyun eğeceklerini sanmak büyük hata olur.
x x x
Osman Can’ın “yok sayma” önerisinin tartışılmaya başlanmasıyla birlikte yine o bildik “kaos çıkar” korkutmacaları da başladı. Hem parlamenter rejimi dinamitleyip kaos yaratmaya hazırlanacaksın hem de milleti kaos çıkar diye korkutmaya çalışacaksın.
“Kaos” çığlıkları atmaya başlayanlara sadece şunu söyleyelim ve susalım:
Neden kaos çıkmasından biz korkuyoruz da Anayasa Mahkemesi üyeleri korkmuyorlar? Eğer kaos istemiyorlarsa çıkartmasınlar.
Bir ülkede bir Anayasal kurumun halkın serbest iradesini engelleyerek Anayasal düzene olan güveni yerle bir etmesinden; demokratik sistemi tıkayarak halkı acz içinde bırakmasından, siyasal düzeni sorun çözemez hale getirmesinden daha ala kaos ortamı yoktur.
Evet, asıl kaos budur… Asıl korkulması gereken de budur. Ve eğer böyle bir şey olursa bunun tek sorumlusu Anayasa Mahkemesi olacaktır.
Bugün, 16.06.2010