CIA eski yetkilisi Michael Scheuer, “Şu an en büyük umudumuz, Şiileri ve Sünnileri, kanları kuruyuncaya kadar birbirleriyle savaştırmak” demiş.
Onun sözlerinin ciddiye alınmaması gerektiğini veya ABD’nin politikasını yansıtmayacağını söyleyenler var.
Ama ABD’nin “demokrasi getirdiği” Irak veya halkı direnme hakkını kullanması konusunda önce cesaretlendirip sonra ortada bıraktığı Suriye örnekleri, -Scheuer’in sözlerinin değerinden bağımsız olarak- ABD politikası konusunda kaygı duymayı haklı kılıyor.
Çünkü sonuçları bakımından ABD politikası, yaşadığımız coğrafyada bir mezhep savaşı arzulayanların itiraz etmeyeceği bir politikayı ifade ediyor; Rusya’nınki de onu tamamlıyor.
Ama bu konuda uzun uzadıya spekülasyona gerek yok.
Çünkü ister birileri bizi birbirimize kırdırmak istiyor olsun, isterse olmasın, mezhep savaşını önlemek için yapmamız gerekenler aynıdır. ABD veya Rusya’nın niyeti ne olursa olsun, mezhep kavgasını önlemek için almamız gereken doğru tutum birdir.
Mezhepçilik yapmamak ve bu ateşi söndürmek zorundayız. Bunu herkes kabul ediyor.
Ama pratik olarak ne yaparsak mezhepçilik yapmamış oluruz? Ne yaparsak, nasıl davranırsak kendimizi ve coğrafyamızı korumuş oluruz?
Bunun fiili karşılığı, uygulaması nedir ve nelere dikkat etmek gerekir?
İşte bunu konuşmamız ve somutlaştırmamız gerek.
Ne yapmalı, ne yapmamalı?
Tartışmayı tarihi sembollerden arındırmalı: Kullanılan dil, tarihin travmalarını bugüne taşıyan ve onu bugünkü siyasi gerilimle ilişkilendiren bir dil olmamalı. Hazreti Hüseyin, Kerbela, Muaviye, Yezit, Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim, bugünkü siyasetin dışında tutulmalı. Tarihte fikse etmiş ve idrakini onda dondurmuş olanlar bunu yapsa bile bundan kaçınmak ve bugünkü aktörlerin doğrularını ve yanlışlarını temel ahlaki standartlarla yargılamak gerek.
Nefret propagandasının taşıyıcısı olmamalı: “İşte masum bir Sünni’yi vahşice katleden Şebbiha çetesi” ile “işte bir masum Şii’yi vahşice katleden IŞİD çetesi” türünden videoları paylaşmamalı. Her iki videonun da doğru olma ihtimalini dışladığımdan değil; ister doğru olsun o görüntüler, isterse de mezhep çatışması çıkarmak isteyen güçlerce aynı stüdyoda hazırlanmış olsun, yaygınlaştırılmamalı. Mezhepçi nefret ve ayrışmayı yaygınlaştırmayı amaçlayan propaganda malzemesinin aleti olmamalı.
İnancı/mezhebi değil devleti eleştirmeli: Homojen bir Sünnilik ve homojen bir Şiilik yoktur; değişmeyen bir “Türk politikası” veya “Acem politikası” da. Yanlış yapan Şiiler, Sünniler, Araplar, Farslar ve Türkler vardır ve onları eleştirmek gerekir. Nasıl ki Türkiye devletinin geçmişte yaptığı pek çok yanlışın sorumlusu Türklük veya Sünnilik değilse, bugün İran’ın yanlışının sorumlusu Farslık veya Şiilik değildir.
Devletler siyasi tercihlerini bir ideolojiyle veya bir inancın ilke, kavram ve sembolleriyle meşrulaştırmaya çalışır. Suudi Arabistan devlet politikasını Vahhabilikle veya Sünnilikle, İran ise Şiilikle meşrulaştırarak ona sosyal destek sağlamaya çalışabilir. Buna bakıp Şiilik veya Vahhabilikle ilgili olumsuz hüküm vermek yanlış olur. Bir inancın, mezhebin birden fazla anlaşılış biçimi vardır ve aynı inanca dayanarak o politikayı eleştirmek de pekala mümkündür.
İndirgemeci yorumlar yapmamalı: İran’ı eleştirirken de onun izlediği politikanın kendisi ve bütün bir İslam dünyası için arz ettiği olumsuzluğu, herkesin, Sünnilerin ve Şiilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların anlayıp makul bulursa hak verebileceği bu mantık diline oturtmak gerek. “Acem oyunu” veya “ikiyüzlü takiyeci Şii” gibi suçlamalarla, bütün bir Şia tarihini Safevilere veya bugünkü İran devletinin yanlışlarına indirgeme toptancılığından mutlaka ama mutlaka kaçınmak gerek.
Herkes öncelikle kendi evinin önünü temizlemeli: Yani kendi toplumunu, ülkesini ve devletini eleştirmeli. Mezhepçiliği önleyecek en sağlam sigorta budur. Konumuz açısından İran ne yaparsa yapsın, Türkiye devletinin tepkisel ve yanlış bir yola girmemesi için dikkatli bir izleme ve eleştiri, herkesten önce bu ülkede yaşayanlara düşer.
Türkiye, adil ilkelere dayalı dış politikayı sürdürmeli: Bölgede mezhepçi olmayan veya adil ilkelere dayalı dış politika izleyen tek ülke olarak tutarlı çizgisini sürdürmeli; hem aynı anda Suriye’de hem de Bahreyn’de demokratik geçişi savunan olma konumunu özenle korumalı. Fırsatçılıkla menfaat sağlayan devletlere kızıp, bölgede emelleri olan büyük devletlerin hakimiyetini pekiştirmesine yol açacak tepkisel savruluşlara düşmemeli. Birilerinin mezhep savaşı çıkarma politikasına istemeden hizmet edecek bir adım atmaktansa, bazen bir kazanımdan feragat etmek doğrudur. Siyaset, Bismark’ın dediği gibi “mümkün olanın sanatı”dır ve tam da bu perspektiften hareketle, yaşadığımız bütün yıkıma rağmen, bu coğrafyada daha iyi veya daha az kötü bir durum için, İran ve Arabistan ile yapıcı ve onları doğruya yöneltici bir tutum izlenmeli.
Bir mihenk taşı olmak
Bazı günahlar tek başına işlenmez. Mezhep çatışması için de her zaman iki tarafa ihtiyaç vardır. Bu kanlı çarkı döndürmek için tek bir tarafın günahı, ahlaksızlığı veya budalalığı yetmez. O taraf ne yaparsa yapsın, sağlıklı kalmayı başaran, mezhepçilikle enfekte olmuş unsurların kavganın içine çekmek için yaptıkları can acıtıcı hamlelere ve onların diline teslim olmayan, sadece mezhep savaşını önlemekle kalmaz, moral üstünlüğü de eline alır.
Bölgede bir deniz fenerine veya bir mihenk taşına ihtiyaç var ve buna en uygun konumdaki ülke olarak Türkiye’ye daha büyük sorumluluk düşüyor.
Kanımız kuruyuncaya kadar bizi birbirimizle savaştırmak isteyenlere izin vermemek, coğrafyamızı harabeye, öksüzler ve yetimler diyarına çevirtmemek için.