TÜRKİYE’nin izlediği dış politika sadece ülke içindeki statükocuların tepkisini çekmiyor. Global statükonun sahipleri de ondan rahatsız.
İran’ın “İslamcılığı” artık onları rahatsız etmiyor. Onun “anti-emperyalist” söylemleri de. Çünkü Devrim’le dile getirip sonra terk ettiği ahlaki ideallerinin yerine koyduğu “gerçekçi” politikalar, ne kadar radikal olursa olsun, global düzenin felsefesine ret anlamına gelmiyor.
Esad’ı desteklemekle elde ettiği “ulusal çıkar”, onun daha iyi bir dünya adına alternatif olma iddiasını yok ettiği sürece global statükoya tehdit teşkil etmiyor; hatta onu besliyor.
Rusya da ne kadar agresif bir dış politika izlerse izlesin, kendisinden korkulan bir güç olduğu ölçüde o da bu düzene tehdit teşkil etmiyor.
“Ben çıkarıma bakarım” şeklinde özetlenebilecek bir dış politikası var (gerçekten çıkarlarına hizmet edip etmediği bir yana) ve Suriye’ye baktığında, eli kanlı diktatörün tarumar ettiği bir ülke değil, bir uçak gemisi görüyor. Böyle olduğu sürece ABD’nin de ondan çok rahatsız olması gerekmiyor; çünkü ondan korkan ABD’ye yaklaşıyor ve belki de ABD kendisine itiraz edebilecek ülkeleri bazen onun eliyle terbiye ediyor.
Büyük ölçüde ABD ve Avrupa Birliğini oluşturan devletlerin belirlediği statüko, kendi birliklerini oluştururken atıfta bulundukları doğal hukuk ve insan hakları gibi değerlerle adaletsiz bir düzenin birleşimini ifade ediyor.
Özellikle, bu değerleri hiç zorlanmadan paranteze almaya başladıkları günümüzde bu böyle. Haberlere göre AB dışişleri bakanları, Mısır’da yaşananın darbe olup olmadığını bir kez daha tartışıp yine karar alamamışlar.
İNSANİ DURUŞU KORUMAK
Böyle bir ortamda, dış politikada Batılı devletlerin savunuyor göründükleri demokrasi ve barış gibi değerleri gücü ölçüsünde sahiden savunan sadece Türkiye var. Elbirliğiyle sıkıştırılmasının sebebini de burada aramalı.
Ahlak ile dış politikayı ayırmayan, darbeye darbe, diktatöre diktatör diyebilen ve bunun gerektirdiği tutumu dolara endekslemeyen o. Ve ben ilk defa kendi ülkemin dış politikasından utanç duymuyorum.
Hatalar yapıyor elbette, bazen büyük laflar ettiği oluyor, bazen diğer aktörlerin hamlelerini hesap edemediği oluyor ama bunlar dış politikaya rengini veren temel felsefeye veya öze ilişkin hatalar değil.
Sığınmacılara kapıları sonuna kadar açan, en insani standartlardaki kampları kuran ve Afrika’ya sahiden el uzatabilen ülke olma onuru, düzen bozucu bir potansiyel taşıyor.
Bugün aslında Ortadoğu ve İslam coğrafyasında Türkiye üzerinden sıkıştırılan bu yaklaşım.
İçte de, başka bir ülke veya lider bu politikayı izliyor olsaydı coşkuyla alkışlayacak, hatta bunun teorisini oluşturmaya çalışacak olanlar, sırf hükümete, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a duydukları öfke, sınıfsal refleks veya ideolojik önyargı gibi sebeplerle görmüyorlar bu gerçeği. Hiç değilse, “evet, Mısır’da bir darbe olmuştur ve sadece Türkiye darbeye darbe demiştir” diyebilecek kadarcık bir hakkaniyet bile zor geliyor.
“Kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz ahvalin ruhu” demişti Marx, “afyon” olarak gördüğü dinden söz ederken. Şu an Türkiye’nin uluslararası “arena”da temsil ettiği insani duruşu tarif için kullanılacak en iyi ifade bu.
Ortadoğu coğrafyasında bu insani duruş, çıkış için en makul seçeneği ifade ediyor. Eğer o ezilirse veya kımıldayamaz hale getirilirse, bugün pek çok devletin egemenleri rahat bir nefes alacak.
Dilerim Türkiye, bu paha biçilmez, değer merkezli çizgisini sürdürebilmeyi mümkün kılan gücünü korur ve hatalarının muhasebesini yaparken, bu insani duruşu muhafaza etmeyi de başarır.
Yeni Yüzyıl, 21.12.2015