Julia’yı Bulmak, Sandra Newman

Sandra Newman 1984’ün feminist açıdan ‘yeniden anlatımı’ hakkında yazıyor

Çeviri: Sadi Yumuşak

Birkaç yıl önce George Orwell‘in varisleri tarafından Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün baş kahramanı Winston Smith‘in sevgilisi Julia‘nın bakış açısından yeniden anlatımını yazmaya davet edildim. Varisler bunu yapmam için bana para ödemeyecekti fakat onların desteği az çok bunun yayımlanmasını ve okuyucu kitlesi bulmasını sağladı.

Ben politik olarak kendilerinin Orwell tarafından şekillendirildiğini düşünenlerdenim ve bu işi saf bir sevinçle üstlendim. Şimdi bunun biraz naif olduğunu anlıyorum. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün dokusu tamamen kasvetli: yiyecekleri iğrenç, kokuları mide bulandırıcı, insanları fiziksel olarak tuhaf ve ahlaki açıdan nefret ve korkaklık ile çarpık hale gelmişler. Kahramanın ülserli bir bacağı, kötü bir öksürüğü, varisli damarları ve beş takma dişi var ve etrafındaki herkese kızıyor ve onları hakir görüyor. Romanın örgüsü mutlak bir dehşet noktasına kadar daralıyor ve okuyucuya en ufak bir umut ışığı bile bırakmıyor. Kitabımı yazarken 20. yüzyılın totalitarizmlerini de araştırdım ve kitabı bitirdiğimde sadece ben değil, yakınımdaki herkes bitkin düşmüştü. Kocamla konuşurken yüzünde zor katlanma ifadesi görüyor ve bir kez daha Stalin TerörüHitler‘in yükselişi ya da Kültür Devrimi‘nden bahsettiğimi fark ediyordum. Fakat bu sürecin sonunda arkadaşlarım ve ailem benden çok bıkmış olsalar da ve ben de kesinlikle otoriteryanizmden bıkmış olsam da, Orwell’den gerçekten hiç bıkmadım. Onun ileri görüşlülüğünde tükenmez bir şeyler var. Bazı bölümleri her okuduğumda bana daha şaşırtıcı ve daha doğru geliyorlardı.

Ancak, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün bazı unsurları ise, her okuyuşta daha sinir bozucu olmaya başladı. Bunlardan en önemlisi Julia figürü.

Bazı açılardan, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün Julia’sının feminist bir simge olması gerekir. Dürüst bir kişi ve Parti dogmalarını korkusuzca reddediyor. Rejimi alt etme yeteneği (çok sayıda ilişkisi olması, karaborsada ticaret yapması, korkudan felç olmak yerine Partiye gülmesi) onu geleneksel olarak Winston Smith’ten çok daha kahraman yapıyor. Açık sözlü duygusallığı ve Winston’a rahat bir şekilde patronluk taslama tarzı ile onun Orwell’in tanıdığı ve bilinmeye değer gerçek bir kadına dayandığı hissini veriyor.

Fakat bu sadece resmin yarısı. Diğer yarısında Julia erkek fantezisinin bir yansıması ve erkek fantezisinin son derece nahoş bir versiyonu gibi. Bir pansiyonda diğer otuz kadınla birlikte yaşaması hakkında Julia’nın tek söylediği şu: “Hep kadınların pis kokusu içindeyim! Kadınlardan ne kadar nefret ediyorum!” Winston’ın karısını öldürme fikrini neşeyle onaylar ve hatta bunu gerçekten yapmadığı için onu azarlar. İlk buluşmalarında Winston’a onun hakkında daha önce ne düşündüğünü sorar ve onun verdiği şu cevaba keyifle güler: “Sana tecavüz edip ardından öldürmek istedim. İki hafta önce kafanı bir parke taşıyla parçalamayı düşünmüştüm.”

Kitapta hem bir tema, hem de kötü bir arka plan kokusu olarak kadın düşmanlığı boy gösterir. Bize Winston’ın “neredeyse tüm kadınlardan hoşlanmadığı” ve “Partinin en bağnaz taraftarlarının, sloganları yutanların, amatör casusların ve ortodoks olmayan şeylerin kokusunu almaya meraklıların hep kadınlar, özellikle de genç kadınlar olduğu” söylenir. Feminizmin en ufak iması bile totaliter olarak görülür: kısa saçlı, makyaj yapmayan, makinelerle çalışan kadınlar hep Parti tarafından dayatılan, doğal olmayan bir baskı olarak tanımlanır. Winston’a göre özgürlük gerçeği söylemektir; Julia’ya göre özgürlük, koku sürmek ve erkek arkadaşına güzel bir elbiseyle kendini göstermektir. İlişkileri ilerledikçe Julia bağımsızlığını kaybeder ve kendisi için anlamsız olmalarına rağmen onun siyasi inançları uğruna ölmeyi ve öldürmeyi kabul edecek kadar kendini Winston’ın arzularına göre şekillendirir: o ne zaman siyaset konuşsa Julia uykuya dalar. Bu arada, bize Winston’ın, sürekli Julia’nın zihinsel kapasitesini ve karakterini küçümsediğini ifade etmesine ve hatta onun güvenliğini hiç umursamamasına rağmen, onu sevdiği söylenir. Öyle bir risk almak için hiçbir neden olmasa da, onu O’Brien‘la yapacağı görüşmeye götürür; Sevgi Bakanlığındaki hücresinde, büyük aşkının işkenceye uğradığı bilgisi ona hiç acı vermez. Kitabın doruk noktasını oluşturan ihanet sahnesinde “Bunu bana değil, Julia’ya yapın!” diye bağırarak kendini farelerden kurtarır fakat bundan sonra Julia’nın ne olacağı ne Winston’ın ne de Orwell’in hiç aklına bile gelmez.

Bu, Orwell’e benim kadar hayran bir okuyucu için daha da rahatsız edici. İşte, ömrünü zulme karşı, kişisel vicdanın susturulmasına karşı, zayıfların güçlülerin şiddetine tabi kılınmasına karşı mücadele ile geçirmiş ve bunu eşsiz bir parlaklık ve netlikle başarmış bir adam. Fakat o Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün kadınlara yaklaşımında bu ilkelere ihanet ediyor. Anlaşılan, üzücü olan, Orwell için bile bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşit. Julia karakterinin inanılmaz mantıksızlığında 2 + 2 = 5‘in kokusu bile var.

Ancak, kitabım üzerinde çalışmaya başlar başlamaz Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün bana bundan bir çıkış yolu sunduğunu fark ettim. Julia’nın sahnelerinde, Orwell’in tanıdığı ya da tanımak istediği ve kurgudaki canlı hayata taşıyacak kadar derinlemesine düşündüğü gerçek ve çok ilginç bir kadın olabileceği akla geliyor. Ve onu ancak kendisini Winston’a sunduğu haliyle, yüzeysel olarak, kabul etmekle yetinirsek Julia karakteri çelişkili ve mantıksız olur. Doğru, Orwell onu bize bu şekilde sunuyor fakat onu görebilmenin tek yolu bu değil. Winston’ı tamamen fedakar bir şekilde sevdiğini, Winston’ın kadınları öldürme takıntısının onun hoşuna gittiğini, diğer kadınlara karşı sadece tiksinti ve nefret duyduğunu varsayarsak, o acayip inanılmaz biri: nahoş erkek arzularının bir yansıması. Ancak, eğer bunlar bir erkeği memnun etmek için oynadığı bir rol ise, bu aynı şeyler fazlasıyla inandırıcı gerçi.

Erkeklerin tepkilerini yönetmek—onu cezbetmek, gönlünü almak, tartışmadan kaçınmak ya da övgü almak—için hep rol yapan bir kadın tipi var. Bir toplum ne kadar cinsiyetçi olursa, kadınlar da o kadar çok bu davranışı sergiliyor ve bu durum o kadar normalleştiriliyor. Yakın zamana kadar bir erkeği kazanmanın ve onu evlilikte mutlu tutmanın tek yolu olarak kızlara bu tür oyunculuk öğretiliyordu. Bunu herkesin sürekli yalan söylemesinin ve mış gibi yapmasının gerektiği Airstrip One bağlamında düşünmek ilginçti. Tele-ekranlardan uzak, Julia’nın yanında Winston kendisi olabiliyor; belki de onun için sevgi bu demektir. Fakat Julia bir kadındır ve Büyük Birader‘in olmadığı bir dünyayı hiç tanımamış biridir. Başka birine karşı dürüst olmanın—bilinmenin— onun deneyimlerinde ya da arzularında yeri yoktur.

Julia’ya bu mercekten bakmaya başladığımda, o benim için tamamen gerçek ve tutarlı hale geldi. Buradan romanımı yazmak kolay oldu. Gerçekten de sanki Orwell bilinçli olarak bana kitabının içine dağılmış araçlar ve yapı malzemeleri bırakmıştı. Orwell’in bahsettiği fakat bize hiç göstermediği Seks Karşıtı Gençler Birliği ve Pornosec gibi harika icatlar vardı. Julia’yı yaşadığı kadın pansiyonuna kadar takip edip onun bir artsem kliniğini ziyaret ettiğini hayal edebildim. Orwell, Julia’ya eski sevgililerin olduğu bir geçmiş verir fakat bize onlar hakkında hiçbir anlatmaz; ona karaborsada ticaret yaptırır fakat bunun nasıl bir şey olduğunu hiç söylemez. Bütün bu malzemeler artık benimdi. Onun için Airstrip One‘ın tarihinden Partiyi iktidara taşıyan devrim ve onun içinde savaşan idealistlerin kaderi gibi bir şeyler gösteren bir çocukluk tasarlayabilirdim. Onu (yine onun birazcık gelişmiş karaborsa ticareti yapan biri rolünden yararlanarak) proleterlerin evlerine götürüp onlarla yakınlaşarak onların hikayelerini ve fikirlerini dinlemesini sağlayabilirdim.

Ayrıca onun iç dünyasına girip nesiller boyu okuyucuların merak ettiği soruları yanıtlayabilirim. Öncelikle, cılız, korkak, veremli, orta yaşlı, dişleri dökülmeye başlamış biri olarak tasvir edilmesine rağmen neden Winston’dan etkilenmişti ki? Neden bunu, ilk buluşmalarında ona düşkün olmaktan çok gerçekçi göründüğü ve aşk konusu gündeme gelmediği halde, SENİ SEVİYORUM diyen bir notla ifade ediyor? Neden ödeme konusunda yardımcı olmayı hiç teklif bile etmediği halde ve her ikisi için her türlü tehlikeyi göze alarak Winston’a haftalarca karaborsa malları getiriyor? Neden bir İç Parti üyesine seks suçu itirafında bulunmak söz konusu iken ve onun gitmesine hiç gerek yokken Winston’la birlikte O’Brien ile görüşmeye gidiyor? Neden O’Brien ikisini de Kardeşliğe kabul ediyormuş gibi yaparken sadece Winston’a hitap ediyor? Neden O’Brien’ın hangi vahşetleri işlemeye hazır oldukları konusundaki ilmihalini dinlerken uysal bir sessizlik içinde oturup Winston’ın onun adına cevap vermesine izin veriyor?

Bu sırada diğer karakterlerle ilgili hep aklımda olan tüm soruları yanıtlayabilirdim. Partiye sadık Parsons gerçekten uykusunda “Kahrolsun Büyük Birader!” diye bağırıyor mu yoksa bu onun zalim çocuklarının bir iftirası mı? Bu çocuklarla birlikte yaşamak ve onları sevdiği gibi sevmek onun için nasıl bir şey? Ampleforth harika şiirleri Yenisöylem ve Parti dogması ile paramparça ederken neler hissediyordu? Bu işi yapacak kadar duyarlı biri olarak bu onu rahatsız etmedi mi? O’Brien, örneğin Julia’nın Winston’a olduğu gibi, kendisine sevdalı olmayan birine ya da Sevgi Bakanlığındaki iş arkadaşlarına nasıl görünürdü? Çoğu zaman sanki Orwell benim yazdığım romanı birisinin yazmasını istemiş ve bilinçli olarak cömertçe bazı en iyi kısımları onun doldurması için bırakmış gibi geliyordu.

Uzun lafın kısası, malzemenin tüm kasvetliliğine (ve Holodomor ile ilgili hikayelerle arkadaşlarımı ve ailemi o kadar bunaltmama) rağmen, bu kitap üzerinde çalışmak sonsuz keyif vericiydi.

Ve bu deneyim Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ün kadın düşmanlığı içeren bir eser olduğu görüşümü yalnızca derinleştirmiş olsa da, aynı zamanda yazarının dehasına da daha kesin bir şekilde ikna oldum. Bir zamanlar, Orwell’in kurgu dışı alanda büyük bir yazar olmasına rağmen doğal bir kurgu yazarı olmadığı ve Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ün gerçekte roman kılığına girmiş bir makale olduğu yönündeki yaygın görüşe meyilliydim. Fakat Orwell’in olay örgüsündeki ustalığına ya da karakter oluşturmadaki keskinliğine tekrar tekrar hayran kaldım. Bir hicivde, ne kadar ciddi olursa olsun, belir bir noktayı göstermek için yazıldığı için karakterlerin çoğu biraz iki boyutlu olma eğilimindedir. Fakat Orwell, Ampleforth ve Parsons gibi tiplerin en çirkin özelliklerini bize gösterirken, aynı zamanda onların acısını ve dehşetini, aşağılanmalarını ve yalnızlıklarını da hissettirmeyi başarıyor.

Sonuç olarak, Orwell’in kadın düşmanı olduğunun doğru olmadığını—her şeyi baştan sona gördüğümü ve hiç böyle bir şey olmadığını — söyleyebilmeyi çok isterdim. Fakat bu bir hüsnükuruntu olur. Hem onun, hem de onun zamanının cinsiyetçiliği Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘e nüfuz ediyor. Böyle olmayınca, bunun çok önemli olmadığını söyleyebilmek isterdim. Fakat bunu söyleyemem ve sanırım Orwell de söyleyemezdi. O her şeyden önce sanatın propaganda gücü olduğuna inanıyordu; onun için her zaman sanatın ne söylediği önemliydi. Ve bu yıl Bin Dokuz Yüz Seksen Dört‘ü okumasını büyük bir adamın onlara hizmetçi rolünü verdiği, rüyalarının doğal olmayan sanrılar olduğunu, acılarının ve fikirlerinin hiçbir öneminin olmadığını söylediği bir çile ya da hakaret gibi hatırlayan çok fazla sayıda kadınla tanıştım. Harika yazılar bizi kendine tamamen inandırır; bazı insanlara tam anlamıyla insan muamelesi yapmadığında ise, gerçekten zarar verebilir. Dolayısıyla, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört hem son derece kusurlu, hem de son derece önemli. Julia’ya başka bir bakış açısı ile ele alıp Orwell’in vizyonunda kadınların yeri üzerinde durarak romanımın bu boşluğu dolduracak bir şeyler yapabileceğini umuyorum.

Sandra Newman

“Finding Julia”, Sandra Newman reflects on her feminist ‘retelling’ of 1984, The Orwell Foundation, 20 Dec 2023.

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et