İyi toplum birçok ideolojinin ve toplumsal hareketin beyan edilen temel hedefi. Herkes iyi toplumda yaşamak, iyi toplumun üyesi olmak ister. Gelgelelim, iyi toplumun iyi olduğu hakkındaki yaygın kanaat ortaklığı iyi toplumun ne olduğu sorgulanınca ortadan kalkıyor. Birçok ideoloji, yaklaşım, teori, din iyi toplumu ebedî ve ezelî hakikatin tekelci sahibi olarak gördüğü kendisini esas alarak tanımlıyor. Peki ya liberaller iyi toplum deyince ne anlıyor? Onlar da iyi toplumu kendi ideolojilerine endeksliyor mu? Öyleyse bunu niye yapıyorlar? Haklı oldukları söylenebilir mi?
Şüphe yok ki iyi toplum hakkında liberallerin söyledikleri önemli şeyler var. Filozofların güzel eserleri, akademsiyenlerin aydınlatıcı çalışmaları var. Ben de bu yazıda esas itibarıyla müteveffa arkadaşım Norman P. Barry’nin bir makalesine dayanarak liberal teori açısından iyi toplumun genel özelliklerinden bahsetmek istiyorum.
Sosyal felsefede anahtar kavram olmasına ve ampirik sosyal bilimlerin ana inceleme objesini teşkil etmesine rağmen, toplum kavramını tanımlamak hayli zor. Bunun ana sebeplerinden biri, belki de en önemlisi, toplum teorilerinin genellikle ideolojik bir veçhesinin olması.
En basit ve en az ihtilâf yaratan bir tanımla, toplum, davranışları genel kurallar tarafından idare edilen bireylerin akış hâlindeki karşılıklı etkileşim setidir. Ontolojik anlamda yalnızca bireylerden müteşekkil olmasına rağmen, toplumun, üyelerinin şahsî biyografilerini aşan bir tarihe sahip olduğu söylenebilir. Toplumlar, sadece genel kuralların uygulanması sayesinde değil, fakat üyeleri arasında en azından bir ortak değerler minimum dizisi üzerinde bir anlaşma olması sayesinde, bir kalıcılık (daimîlik) kazanır.
Toplumlar her zaman politik olarak organize olmuş değildir; insanlar, daha geniş bir toplum çerçevesi içinde, kültürel, sportif, ticarî ve diğer türlerden faaliyetler için insicamlı ve kalıcı organizasyonlar, topluluklar, birlikler kurabilirler. Dahası, toplumlar, insanların tanınmış sınırları aşan grupların üyeleri olmaları anlamında, enternasyonal olabilir. Buna rağmen, sosyologlar ve siyaset felsefecileri, karmaşık, yüksek derecede organize ve üye olmanın ille de gönüllü olmakla ilişkili olmadığı toplumlarla ilgilidir.
Toplum ile devlet arasında bir ayrım yapılması gerekir. Toplum tarafından sergilenen düzenlilikler zorlama tekeline sahip organdan -yani devletten- bağımsız olarak vardır. Antropologlar “devletsiz” toplumları tasvir etti. Bunlar, hiç bir merkezileşmiş kanun yapma ve uygulama iktidarı olmaksızın, desantralize kurallar tarafından bir arada tutulan varlıklardır. Modern Afrika’da, kabile toplumları sunî devlet sınırlarını aşar. Kürt toplumu da, kuşkusuz, böyle bir toplumdur. Bu yüzden, devletler anlaşma, inşa ve çoğu zaman zor tarafından kurulurken, toplumlar kendiliğindenlik terimleriyle tasvir edilebilir.
Ancak, toplumu hukuktan bahsetmeden açıklamak zordur. İlkel toplumlar, yasama organları, yazılı kanunlar ve mahkemeler gibi modern unsurlara sahip olmadıkları hâlde, üyelerinin davranışlarını regüle etmek için geleneksel kurallara sahipti. Liberal sosyal teoride, L. A. Hart’ın The Concept of Law’daki analizini takiben, bu tür kurallar “birincil (ana) kurallar”, yani belli davranışları yasaklayan kurallar olarak adlandırılır. İlkel toplumlar “ikincil kurallar”ı, yani, yeni ana kurallar yaratılmasını mümkün kılan ve hukukî (legal) geçerliliğin nihaî kıstaslarını tayin eden kuralları geliştirdikçe daha ileri hâle gelirler.
Sosyal organizasyonların bilinçli tasarım olmaksızın belirmiş görünmesine rağmen, sosyologlar bazen, Toennies’i izleyerek, biraz farklı bir ayrım yapar: Gemeinschaft (veya topluluk- cemiyet-komünite) ve Gesellschaft (bir birlik olarak toplum) arasındaki ayrım. Bir komünitede bireyler hissî bağlar ve cemiyet değerlerine inanç tarafından bir arada tutulur. Bir toplum ise hesap yapan, rasyonel, öz- çıkar peşinde bireyler tarafından gerektirilen bir yapım olarak yorumlanır. Toplum ve devlet arasında bir ayrım yapılınca, Gemeinschaft ile Gesellschaft arasındaki ayrım önemini kaybedebilir. Bununla beraber, modern endüstriyel toplumlar, genellikle, bu toplumlarda komünal sadakatler büyük ölçüde egoistik değerler tarafından zayıflatıldığı için, Gesellschaftın türleri olarak tasvir edilirler. Bu toplumlarda istikrar, düzen ve öngörülebilirlik, hissî ve hukuk-dışında kalan bağlardan çok sözleşmenin ve inşanın bir fonksiyonu olarak görünmektedir. Şüphesiz bu ırk, din ve kültür tarafından belirlenen komünitelerin legal olarak organize edilmiş toplumlar içinde varlığına mani olmaz. Ancak, toplumların cemiyetlerin teklifsiz dostluğundan mahrum olabilecek olmasına rağmen, modern politik teori, yine de, önemli bir kendiliğindenlik unsuru tarafından karakterize edilen sosyal ilişkiler alanı ile esasen zorlayıcı özelliklere sahip devlet alanı arasında ayrım yapar.
Politik ve sosyal düşünce tarihinde, toplum konsepti bireyci ve kolektivist yorumlar arasında bir çatışma alanı olagelmiştir. Hobbes ile başlayan bireyci gelenekte, toplum bir “fiksiyon” olarak görülür; Bu yaklaşıma göre, toplum kavramının “realite” ile hiçbir spesifik münasebeti yoktur. Toplum sadece bireylerin karşılıklı etkileşimi için bir kestirme ifadedir. Kanunlar ve kurumlar, prensipte, sosyal realitenin bireysel sübjektif tercihlerden oluşması yüzünden, bireysel sübjektif tercihlerin bir sonucudur. Bu bakış mecburen liberal (veya siyasî anlamda bireyci) değildir, çünkü otoriteryen sosyal yapıların kalıcılığı da metodolojik anlamda sübjektif tercihe affedilebilir.
Bununla beraber, bu sosyal analiz metodu daha sonra faydacılar -özellikle Bentham ve onun takipçileri- tarafından kritik şekilde kullanıldı. Bu radikal faydacı görüşe göre, tevarüs edilmiş sosyal kurumlar hiçbir zatî değere sahip değildir; bu sosyal kurumlara yalnızca (güya bireysel tercihlerden türemiş toplu sosyal refah fonksiyonu olan) sosyal faydayı maksimize etme derecelerine göre değer verilir. Bu, gerçekte, kurumların nasıl geliştirilebileceğiyle alâkalı bir kritik normatif teoridir; kurumların tarihî inkişafı veya sosyal istikrarın umumî şartları hakkında diyecek fazla şeye sahip değildir. Bu teorinin yalnızca kendi faydalarını maksimize etmeyle ilgili soyut, atomize bireylerin bir toplamı olarak toplum görüşü sosyalistler, muhafazakârlar ve bazı liberaller tarafından çok tenkit edilmiştir. Sosyolojinin, bireylerin davranışlarına indirgenemeyecek sosyal fenomenlerin var olduğu varsayımına dayanması ölçüsünde, bu teorinin orijinlerinin, sosyalist düşüncede olduğu kadar muhafazakâr düşüncede de yattığı söylenebilir.
Ancak, sosyalist toplum konseptiyle muhafazakâr toplum konsepti arasında hayatî bir fark vardır. Sosyalist, sosyal ilişkileri rızaya dayanan ilişkiler olarak görmekten ziyade çatışma ilişkileri olarak görmeye meyillidir ve çatışmaların son kertede toplumun esaslı biçimde ekonomik olarak reorganize edilmesiyle çözülebileceğini iddia eder. Muhafazakâr ise, toplumu çıkarların bir doğal harmonisi olarak görür. Muhafazakâra göre toplum, karşılıklı ilişkili parçaların, kastî ekonomik ve politik reorganizasyon planları tarafından muhtemelen engelleneceği, zarara maruz bırakılacağı hassas bir nizamdır.
Çatışmacı toplum teorisinin ana kaynağı Marksizmdir. Marx’a göre, tüm tarih sosyal sınıflar arasında bir mücadele zinciridir. Sosyal sınıfların kendileri münhasıran ekonomik terimlerle, yani bireylerin ekonomik üretim araçlarıyla ilişkisi çerçevesinde tanımlanır. Kapitalist toplumda, burjuva sınıfı üretim araçlarına, proleterya sınıfı ise yalnızca emek gücüne sahiptir. Bu yüzden, iki sınıf, kaçınılmaz olarak, ancak devrimle çözülebilecek bir çatışmaya girecektir. Devrimden sonra kurulacak sınıfsız toplumda hukuk, özel mülkiyet, para ve iş bölümü gibi kurumlar, insanın egoist ve açgözlü özelliklerinden ziyade sosyal ve işbirlikçi özelliklerini yansıtan düzenlemeler tarafından aşılacaktır. İnsan ile toplum arasındaki ilişkinin Marksist tasvirinde, insanı onun çevresinden soyutlayan ve insana evrensel özellikler atfeden metodolojik bireycilik reddedilir. Marksizmde insanın onun sosyal çevresinin bir mahsulü olduğu ve bu sosyal çevrede bir değişikliğin insanda mutlaka bir değişiklik meydana getireceği iddia edilir.
Gayri-sosyalist sosyolojik teori toplumun sınıf yapısının ekonomik terimlerle doğru biçimde tasvir edilebileceği fikrini reddeder. Toplumdaki inanlar arasında birçok fark vardır. Özellikle grupları ekonomik düşüncelerden ve konumlardan bağımsız olarak bölen, statüyle ve meslek türleriyle alâkalı farklar mevcuttur. Dahası, sınıf ve sınıf çatışması üzerinde vurgunun münasebetsiz olduğu iddia edilir: Bir toplum, bireylerin âdil davranış ortak kuralları tarafından bir arada tutulduğu, bir işbirliği teşebbüsüdür Gerçekten, devrimci sosyal değişikliğin Marx tarafından tasvir edilmiş sınıf çatışması kalıbına uymadığı tarihsel olarak doğrudur. Çoğu gayri sosyalist sosyal değişiklikte fikirlerin önemini vurgular; ironik şekilde, Marksizmin kendisi bu fikrin gelişmesine çok katkı yapmıştır.
Toplumun bireysel amaçların ötesinde ve üstünde amaçlara ve araçlara sahip olabileceği görüşünün sosyalist-olmayan eleştirisi çok mühimdir. Burada iki ana argüman vardır. Birincisi, böyle bir yorum, hatalı şekilde, bireyleri esrarengiz tarihsel güçlerin biçare kurbanları yapar. İkincisi, böyle bir toplum konsepti insan davranışlarındaki bireysel sorumluluğun altını oyar. Topluma antropomorfik bir varlık olarak, bir insan, ithamların ve eleştirilerin atfedilebileceği bir varlıkmış gibi muamele eder. Bu yüzden, sosyalist düşüncede, suça, çoğu zaman, sorumlu bireylerin davranışlarının bir ürünü olmaktan ziyade, sosyal olarak sebep olunmuş gibi muamele edilir. Toplumun, bireylerin davranışlarından ayrı olarak anlaşılabileceği varsayımı çağdaş sosyal mühendislik çabalarının çoğunun altında yatan fikirdir.
Çağdaş bireyci liberal teoride, bir toplum, davranışları, doğrudan komutadan ziyade genel, tarafsız kuralların takibi tarafından koordine edilen bireyler temelinde anlaşılır. Bu toplum modeli, esas itibariyle bireyci olmasına rağmen, Benthamcı faydacılıktan, bir sosyal fayda fonksiyonunun bireysel tercihlerden hesaplanabileceğinin reddetmesi yüzünden, çok farklıdır. Onun yerine, dolaylı faydacı anlamda, sosyal refah desantralize aktörlerin davranışlarından tesadüfen doğar. Bu fenomenin en önemli örnekleri piyasa mübadele süreçleri ve ortak hukuk sistemleridir. Bireysel davranıştan hâsıl olan avantajlar, genel olarak, modern karmaşık toplumlarda merkezî organların milyonlarca insanın davranışlarını koordine etmek için gerekli bilgiye asla sahip olamayacak olması gerçeğinden kaynaklanır. “Sosyal” bilginin çoğu “umumî” veya “ifade edilmemiş”, yani -pazardaki fiyatlar gibi- mütemadiyen değişmekte olan ve toplumun tüm üyeleri arasında dağılmış olan bilgidir. Âdil davranış kurallarını muhafaza etmenin ötesine geçen müdahaleler zımnî bilginin akışını engelleyecektir. Bu toplum görüşünün ana temsilcileri K. Popper, M. Polanyi ve F. A. Hayek’tir.
Popper’ın “açık toplum”’unda ve Hayek’in “büyük toplum”unda anahtar tasvirî özellik anonimliktir. Karmaşık endüstriyel toplumların üyeleri birbirlerini bilmezler. Bu yüzden, onlar, eğer davranışları etkili şekilde koordine edilecekse, kendilerini soyut kuralların disiplinine teslim etmek zorundadırlar. Modern toplum, genel olarak, H. Spencer’ın da işaret ettiği gibi, statüden ziyade sözleşmeye dayanır ve modern toplumun akışkanlığı ve hareketliliği sabit hiyerarşilerin, katı kastların ve sınıfların namevcudiyetine bağlıdır. Ancak, birçok insan, bu soyut özellikleri tatsız bulur ve daha az değişken ve âdil davranış genel kurallarından ziyade din ve âdet tarafından bir arada tutulan “kapalı” veya ilkel toplumların yakınlığına sempati duyar. Popper, tarihî olarak vuku bulan krizlerin ve devrimlerin birçoğunu kapalı toplumdan açık topluma geçişe refakat eden travmaların sonuçları olarak yorumlar.
Hayek’in sosyal felsefesinde, “sosyal” adâlet doktrini Büyük Toplum’un istikrarına önemli bir tehdit olarak görülür. Klasik liberal teoride, adâlet genel ve gayri-ayrımcı kurallar altında bireysel davranışla alâkalıdır; yalnızca böyle kuralları ihlâl eden bireysel davranış âdil veya gayri âdil diye değerlendirilebilir. Gelir dağılımı bakımından “hak ediş” veya “ihtiyaç” gibi kurallar adâletle alâkasızdır. Ücretler, sadece, emek hizmetlerinin, gayri şahsî piyasa mübadele sürecinde ifşa edilmiş olan değerini yansıtır. Gelir dağıtımını pazarın kararından ayrılacak şekilde değiştirmeye yönelik her teşebbüs emek kaynaklarının yanlış tahsisine ve nihayetinde özgür ve açık bir toplumun totaliteryen bir topluma dönüşmesine yol açacaktır. Bununla beraber, bugün, Hayek’in sosyal adaletle totaliterizm arasında kurduğu bağın biraz abartılı olduğunu söylememize imkân verecek kadar çok tecrübeye sahibiz. Batı demokrasilerinde sosyal adalet uygulamaları kaçınılmaz olarak tam bir totaliterizmle sonuçlanmadı.
Liberal ve muhafazakâr toplum kavramları birçok ortak yöne sahiptir. Her ikisi de, herhangi bir özgül “amaç-durum”un veya rasyonel olarak dizayn edilmiş bir kalıbın kendiliğinden inkişaf etmekte olan organizmaya empoze edilmesini reddeder. Muhafazakâr düşüncede bu en iyi M. Oakeshott’un “sivil birlik” fikrinde örneklendirilir. Bu, farklı amaçları ve hedefleri takip eden bireylerin, kendileri hiçbir amaca veya hedefe sahip olmayan kanunlar tarafından bir arada tutulduğu bir düzen biçimidir. Bu tür kanunlar bireylerin değişik davranışları içinde takip edeceği formu koyar; Oakeshott’un tasviriyle, bu kurallar “zarfa ait”tir, mazrufa değil. Yirminci Yüzyıl’ın rasyonalist hatası ideal sosyal planların bireyler ve toplumlar üzerinde her sosyal ve/veya tarihî tecrübeden müstakil olarak uygulamaya konabileceği faraziyesidir.
Bu hayli soyut anlatımdan çıkartılabilecek başlıca sonuçlar şunlardır:
- Toplumlarda kendiliğinden doğan bir düzen vardır.
- Devlet ile toplum arasında bir ayrım yapılmalıdır. Toplum kendiliğindendir; devlet düzeni ise siyasal zora dayanır.
- Sosyal düzen ile siyasal düzeni çakıştırmaya yönelik teşebbüsler değişik derecelerde totaliterizme, özgürlük kaybına yol açar.
- Özgürlükçü bir siyasî düzene sahip “açık”, “büyük” toplumda kanunların bireyler için özgül amaçları yoktur.
- Özgür bir toplumda bireyler farklı, çelişik, yarışan amaç ve değer dizilerini takip edebilirler.
- İyi toplum, herkesin amaçlarda ve değerlerde tamamen ortak olduğu toplum değildir; barışçıl ortak yaşayış kurallarının geliştiği ve bireylerin bu kurallara saygı göstermeye istekli ve gayretli olduğu toplumdur.
İyi toplumun ne olduğunu ve hangi özelliklere sahip bulunduğunu açıklamaya yönelik bu liberal bakışın kusursuz olduğunu ve her soruyu cevaplandırdığını söylemek yanlış olur. Buna rağmen, iyi toplumun bu şekilde açıklanmasının rakip açıklama yollarından bariz bir şekilde daha üstün olduğu da görmezden gelinemez.
*Güncelleştirilmiş bir eski yazım.
28 Haziran 2019