Arkeolojik kalıntıları ve bilgileri kutsallaştırma eğiliminde değilim, ancak, bilimsel verilerin dikkate alınmasının gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyorum. Arkeolojik kazılar bazen ilginç bulgular ortaya çıkartıyor. Bunlar, gerektiği gibi değerlendirildiklerinde, dünyanın ve insanlığın geçmiş hâlini, bugüne geliş macerasını, buradan nerelere doğru gidebileceğini daha iyi ve daha doğru anlamamıza yardımcı oluyor.
Marmaray inşaatı sırasında ortaya bazı iskeletler çıkmıştı. Bin yıllık olduğu düşünülen iskeletler üzerinde yapılan incelemelerle o dönemin insanların hayat şartları hakkında önemli bilgilere ulaşılmış. O yıllarda, yani ikinci milenyumun başlarında, İstanbullu kadınların ortalama boyu 1.58-1.59, erkeklerin 1.60-1.68 metreymiş. Bebek ölümleri çok fazlaymış. Çocuklar ortalama 13 yıl yaşarken, erişkin insanların ortalama ömrü 30-35 yıl civarındaymış. Yani nüfus çok yavaş artıyor ve insanların çoğu 40’lı yaşları göremeden öbür dünyaya göçüyormuş.
Bütün bu bilgilerin bugün şehirde yaşayan İstanbullular için –aslında duyan, öğrenen herkes için- dehşet verici olduğu açık. Şair “yaş 35, yolun yarısı” demiş ama meğer bin yıl önce 35 yaş ömür menzilinin sonuymuş. Şimdi bunu asla kabul edemeyiz. Bugünün dünyasında 35 yaşına varmış kimseleri hayatını kurmaya, oturtmaya çalışan gençler olarak görmeye meyilliyiz.
Güzel. O zaman soralım, nasıl oldu da insanlar bin yıl içinde ikiye katlanmış bir ortalama hayat süresine ulaştı? Bugün olan, bir yıl önce olmayan neydi? Bu, din olamaz. O zamanlarda İstanbul’da yaşayanların çoğu Hristiyan müminlerdi. Bugün de İstanbul’da yaşayan Hristiyan vatandaşlarımız var ama çok şükür ortalama 35 yıl yaşamıyorlar. Normal şartlar altında çok daha fazla zamanları var. Üstelik daha iyi bir hayata sahipler. İstanbul’un muhteşem coğrafyasına, tabiatına ve tarihî eserlerine bakıp kısa ömürlü olsalar da eskiden insanların refah içinde yaşadığını zannetmeyelim. İstanbullular fakirdi. Sağlık şartları kötüydü. Refah seviyesi çok düşüktü. Bunu Hristiyanlık dini değiştirmedi.
Din olmadığı gibi coğrafya da olamaz, çünkü bin yıl tabiî ve coğrafî değişiklikler açısından hayli kısa bir süre. Bu şu demek; coğrafî ve tabiî olarak bugünkü İstanbul ne ise bin yıl önceki de aşağı yukarı oydu. Felaket tellalı çevrecilere inanırsak, bugünkü İstanbul’un bin yıl önceki İstanbul’dan çok çok daha kötü olması lâzımdı. Ama öyle değil. Büyük bir ihtimalle bin yıl önceki İstanbullu sel, deprem gibi doğal afetler karşısında bizden daha acizdi. İnsanların bir yerden bir yere gitmesi çok zordu. Sosyal hareketlilik azdı. Kırsal bölgelerle şehir bugünkü gibi entegre olmamıştı. Spor ve sanat yok denecek kadar azdı.
Öyleyse, tekrar soralım, ne oldu da İstanbullunun hem ömrü uzadı hem de refah seviyesi yükseldi?
Başka cevapları da dinlemeye, okumaya hazırım, ama benim cevabım şöyle: Sadece İstanbul’da değil dünyanın çoğu yerinde, yani ülkelerin çoğunda ortalama ömür uzuyor. Refah seviyesi yükseliyor. Pek az yerde ömür kısalıyor ve refah seviyesi düşüyor. Bunun vuku bulduğu yerler genellikle Afrika ülkeleri ve/veya dış dünyaya kapılarını sıkı sıkıya kapamış olan yerler. Ancak bu kaçınılmaz değil, beşerî tercihlerin sonucu. Dikkatle bakıp inceleyince görüyoruz ki, insanların daha uzun, sağlıklı ve müreffeh yaşamasını belli kurallara ve kurumlara dayanan piyasa ekonomisinin zapt edilemez üretkenliğine, dünyanın gittikçe daha fazla ekonomik entegrasyona yürümesine, artan maddî ve beşerî sermayeye, gelişen bilim ve teknolojiye borçluyuz.
Yeni Yüzyıl, 31.01.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/istanbullunun-omru-1128