Önceki hafta, AK Parti gençlik kollarının düzenlediği “İslam ve özgürlük” konulu bir sohbetteydim. Ondan bir süre önce Liberal Düşünce Topluluğu’nun bir toplantısında aynı mevzu ele alınmıştı. Mesele, köşe yazısı ve makaleler yoluyla basında da gündeme geliyor.
Böyle olması da iyi. Ancak bence bu konudaki tartışmalar bir dizi kafa karışıklığı içinde yürüyor ki, bir kaçını ele alayım.
İlk kafa karışıklığı, laikçilerde. “Özgür birey her şeyi sorgular, Allah’ı da, dini de sorgular” gibi laflar okuyoruz bazen yazılarında. Buradan da, “demek ki neymiş, Müslümandan özgür birey olamazmış” gibi kestirme sonuçlara varıyorlar.
Ama tabii fena halde yanılıyorlar. Çünkü özgür birey, “her şeyi sorgulayan adam” değil, neyi sorgulayacağına kendi karar veren adamdır. Mutlak kuşkucular hariç, zaten hepimiz bir şeyleri sorgulamaksızın kabul ederiz. (Mesela bizim algılarımız dışında “maddesel bir evren” olduğu varsayımı, insanların yüzde 99.9’u tarafından sorgulanmayan bir “önkabul”dür.) Bir dindar da kendi dininin esaslarını pekâlâ önkabul edinip özgür bir birey olabilir.
Kaldı ki bir insanın “sorgulamaksızın” Müslüman olduğunu ve öyle kaldığını nereden nereden bileceğiz? Aksine, ya sorgulaya sorgulaya güçlendiyse inancı? Zaten İslam’da imanın öylesi (yani “tahkiki” olanı) övülür.
Diğer bazı kafa karışıklıkları ise İslamcı kanatta ortaya çıkıyor. Bunlardan tipik bir tanesini, başta sözünü ettiğim her iki toplatıda da duydum. Konu özgürlükten açılınca şöyle diyenler oldu:
“Özgürlüğün en âlâsını İslam getirmiştir dünyaya. Çünkü insanı kula kul olmaktan kurtarmıştır!”
Bu, kuşkusuz yanlış bir yorum değil. Sufiler de aynı şeyi söylemişlerdi. İbn-i Arabi, “hürriyet, insanın sadece Allah’a kul olması ve O’ndan başka her şeyden hür olması demektir” diye yazmıştı.
Ama dikkat ederseniz buradaki özgürlük, “içsel” bir özgürlüktür. Elde edilmesi de ancak bir dindarın gönüllü çabasıyla mümkündür. Dayatmayla olmaz.
Benzer bir “içsel özgürlüğe,” belki bütün tutkularını öldürmek için aç-sefil yaşayan bir Budist rahip veya çivili yatakta uyuyan bir Hint fakiri de kavuşabilir. Ama aynı “yaşam biçimleri” bize dayatılırsa, bizim için özgürlük değil, zulüm olmuş olur.
Öte yandan “sadece Allah’a kul olarak” içsel özgürlüğe kavuşmuş olan bir insanın, müstebit bir iktidarın zindanlarında çürüyor olması da mümkündür. Bu durumda onun siyasi ve toplumsal açıdan, yani “dışsal” anlamda özgür olduğunu söyleyemeyiz.
İşte bu yüzden bireysel bir mesele olan “içsel özgürlük” ile, siyasi ve sosyal bir mesele olan “dışsal özgürlük”ü birbirinden ayrı düşünmek lazım.
Bunlardan ilkinin bir Müslüman için “İslam’ın içinde” bulunacağına kuşku yok. Ama diğeri, yani dışsal özgürlük, İslam’ın içinde olmaktan ziyade, İslam için gerekli bir “harici şart”. Öyle ya, önce ortada siyasi ve toplumsal özgürlük olmalı ki, insanlar diledikleri gibi Müslüman olabilsin. Önce “din özgürlüğü” olmalı ki, din yaşanabilsin.
Ancak burada kritik bir nokta var: Müslümanlar, özgürlükten istifade ederken, Müslüman olmayanların (yahut Müslüman olup da dindar olmayanların) da aynı özgürlükten istifade etmelerine razı mı? Mesela “ İslam’dan çıkma” veya “İslam’ın günah saydığı fiilleri işleme” hürriyeti var mı insanların?
Geleneğe bakarsak, bu sorulara “hayır” dedirtecek bazı unsurlarla karşılaşmak mümkün. Peki ama bunlar dinin özünden mi, yoksa içinde yorumlandığı tarihsel şartlardan mı kaynaklanıyor?
İşte “İslam, özgürlük” deyince tartışılması gereken kritik sorular bunlar.
Star, 10.05.2010