İşçiler Geçimlik Ücrete Mahkûm mu?

Önceki gün 1 Mayıs’tı. Sendikalar tarafından yapılan gösterilerde malum görüşler ve bilinen talepler tekrarlandı. İnanışa göre, işçiler daha fazlasını hak etmektedir ve bu sendikal mücadelelerle ve/veya devletin müdahaleleriyle elde edilebilir. Aksi takdirde işçi ücretleri düşecek ve uzun vadede geçimlik seviyede kalacaktır. Gerçekten öyle midir?

İktisat ilminin gelişim sürecinde genel olarak ekonomik manzara özel olarak ücretle geçinenlerin (işçilerin) durumu üzerinde ilginç fikir tartışmaları oldu.  Adam Smith, Jean Baptiste Say gibi klasik iktisatçılar dikkatlerini ekonomik büyüme üzerine yoğunlaştırdı. Ekonomik büyümenin kendi başına iyi olduğunu ve tüm toplumun refahı gibi sürekli çalışan (yani, toprak, sermaye, gibi kaynaklara sahip olmayan) kimselerin, bugünkü yaygın adlandırmayla işçilerin-emekçilerin refah seviyesinin yükselmesini de sağlayacağını belirtti.

Klasik iktisatçıların David Ricardo’nun başını çektiği bir sonraki nesli ekonomi teorisinin merkezine büyümeyi değil bölüşümü yerleştirdi. Ricardo, John Stuart Mill ve nihayet Karl Marx bu çizgideki en önemli isimlerdi. Onlar bunu yaparken ekonomik büyümeden vazgeçmiş değildi.  Ekonomik büyümenin esasen tabiat kanunları gibi kanunlara bağlı olduğunu düşünüyor ve ekonomik büyümeyi veri alıyorlardı. Bu bakımdan en ileri giden Marx’tı. Bu radikal filozof ekonomik büyümenin komünist toplum safhasında kaynak kıtlığını tamamen ortadan kaldıracak, üretim miktarlarıyla tüm beşerî talepleri eşitleyecek seviyede gerçekleşeceğini düşünüyordu.

Ekonomik büyümeyi veri alan, yani üretim probleminin ebediyen çözüldüğünü düşünen bu iktisatçılar, ekonomik bölüşüm olayına daha fazla ilgi gösterdi. Şehirleşme ve sanayileşme yüzünden sayıları ve dolayısıyla görünürlükleri artan, sermaye sahibi olmayan işçilerin Adam Smith’in anlattığı doğal özgürlük sisteminde ekonomik pastadan hak ettiği karşılığı ve müreffeh yaşamasına yeterli payı alamayacağından korktu. Emekçi ücretlerinin uzun vadede daima geçimlik düzeyde kalacağını öne sürdü.  Bu yüzden işçiler lehine ekonomiye devlet müdahalesini meşru ve gerekli gördü. Bununla beraber, Ricardo ve S. Mill bu müdahaleyi serbest piyasanın ortadan kaldırılması noktasına kadar sürüklemezken Marx, benzetme yanlış olmazsa, işi, altın dağıtmak adına altın yumurtlayan tavuğu öldürme noktasına kadar vardırdı.

İşçilerin geçimlik ücret seviyesine mahkûm kalmasını önlemek adına ekonomik bölüşüm süreçlerine devlet müdahalesi olması arzusunun altına ekonomiyi bir denge durumu olarak görme yaklaşımı yatmaktaydı.  Hâlâ öyle. Leon Walras’ın özellikle zamanı için etkileyici formüllerle ortaya koyduğu, sonra başka iktisatçılar tarafından da benimsenen ve geliştirilen bu bakışa göre ekonomi bir denge durumundadır. Denge durumunun ortaya çıkması için ekonominin unsurları arasında belli bir ilişkinin olması gerekir. Ekonomik aktörlerin özellikle bireylerin tek tek karşılaştırılması mümkün olmadığına göre, büyük gruplar üzerinden karşılaştırılma yapılmalıdır. Bu durumda karşılaştırılacak olanlar toprak, sermaye ve emek sahipleridir.  Hatta Marx gibi biraz kolaycılık yapmak gerekirse gruplar sermaye sahipleri ve emek sahipleri olarak ikiye indirilebilir. Ekonomik hayat bu iki grup etrafında akar. İşler sermayenin lehine emekçinin aleyhine gelişir. Sermayedar işçi ücretlerini kendi kârını artırmak için devamlı baskı altına alır. Bu yüzden, emek ücretleri geçim düzeyinde kalır.

İktisatta marjinalizm devrimi vuku bulana kadar bu görüş ağırlıklı ve yaygındı. Ancak, marjinalizm bölüşümcü iktisat yaklaşımının birçok tezi gibi, emek ücreti tezini de yaktı.         Carl Menger ve takipçileri tarafından geliştirilen Avusturya İktisat okulu Adam Smith’in doğal özgürlük ekolünü yeniledi ve Ricardo-Marx ekolünün önüne geçirdi. Emek ücretleri açısından en büyük katkıyı Amerikalı iktisatçı John Bates Clark yaptı. Clark piyasa ekonomisinde her bir üretim faktörüne hasılaya eklediği “marjinal değer”e veya o faktörün marjinal ürününe göre ödeme yapıldığını gösterdi. Clark’a göre bu âdil ve doğal bir durumdu. Sonrasındaki çalışmalar marjinal verimliliğin sadece yüksek verimli işçilerin değil öyle olmayanların da ücretini yükselttiğini gösterdi.

Aslında emekçi sınıfların durumunun iyiye gittiğini, geçim düzeyi ücretine mecbur ve mahkûm olmadığını gösteren kanıtlar çok erken bir tarihte ortaya çıkmıştı. Ancak, örneğin Marx, bunları ısrarla görmezden geldi. Bugün ise gelişmiş ülkelerde işçilerin birçoğunun onları orta sınıf mensubu saymamıza yetecek kadar yüksek bir gelir ve refah seviyesinde yaşadığını biliyoruz.

Bununla beraber, bence, bu konuyla ilgili analiz, genel dengecilerin kabul ettiği şekilde statik değil akışkan dinamik dengenin kabul ettiği şekilde değişken bir geçim düzeyi ücreti kavramı üzerinden yapılabilir. Bununla söylemek istediğim şu: İşçi ücretlerinin geçimlik düzeyde kaldığı, kalmaya mahkûm olduğu söylense bile, bu, işçilerin refah seviyesinin yükselmediğini göstermez. Bunu iki şekilde görebiliriz. İlk olarak enflasyondan arındırılmış rakamlarla geçimlik seviyedeki reel ücret yükselmelerini ortaya serebiliriz. Sanırım bu yapılırsa reel ücretlerin istikrarlı olarak yükseldiği ortaya çıkar. İkinci olarak, işçilerin günlük hayatlarındaki konfora bakarak kıyaslamalar yapabiliriz. Bugün gelişmiş bir ülkedeki bir işçi ve ailesi, 1950’lerdeki varlıklı bir ailenin yaşadığından daha konforlu yaşamaktadır. Yani aile bireylerinin beslenme, barınma, sağlık bakımı, araç gereç kullanma (otomobil, ev aletleri vs.) imkânları daha fazladır.

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ekonomik büyüme mevcut oldukça, ücretler geçimlik seviyede kalmamaktadır. Daha da ilginci, ücretler geçimlik seviyede kalsa bile işçilerin gelir ve refah seviyesi yükselebilmektedir.

Yeniyüzyıl, 2 Mayıs 2019

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et