Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un beklenen yıllık konuşması gerçekleşti. Orgeneral Başbuğ, ordu içi kamuoyu ile ülke ve dünya kamuoyu arasında denge kurarak, orduyu girmiş olduğu darbecilik batağından kurtarmaya yönelik tavrını devam ettiriyor.
Ancak hâlâ, ordunun AB standartlarında veya liberal demokrasinin hüküm sürdüğü bir ülkede kabul edilemeyecek siyasete müdahil tavrını sürdürmeye çalışıyor. Nitekim böyle bir konuşmanın bir genelkurmay başkanı tarafından yapılabiliyor olması bile, normalleşmenin tam anlamıyla gerçekleşmediğinin en büyük göstergesi. Mamafih Başbuğ’un son konuşması, bir süreç dâhilinde değerlendirilirse, değişim ve ordunun değişime intibak çabası ortaya çıkıyor.
Orduyu tam bir bataklığa sürükleyecek yanlışların önüne geçerek tarihe geçecek bir komutan olduğunu gösteren eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök istisna edilirse, ordunun komuta kademelerinin bu değişim karşısındaki reaksiyoner tavırları dikkate alınırsa Orgeneral Başbuğ’un konuşması anlam kazanacaktır. Bu anlam, 12 Nisan 2007’de konuşma yapan dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ve 27 Nisan 2007 e-bildirisi de hatırlanırsa berraklaşacaktır.
Başbuğ’un işi gerçekten zor. Zorluk, Başbuğ’un yanında oturan emekli Genelkurmay başkanlarından da anlaşılmaktadır. Siyasete ve sivil yönetime müdahalede kendi ifadeleriyle en sicili bozuk isimler olan İsmail Hakkı Karadayı ve Hüseyin Kıvrıkoğlu, Yaşar Büyükanıt’la beraber adeta İlker Başbuğ ve kurmay heyetinin hareket kabiliyetini azaltan ağırlık vazifesini görüyorlar. Başbuğ bu ağırlığa rağmen konuşuyor ve onları da sınırlı da olsa bir değişime ikna etmiş durumda. Bir yanda Hilmi Özkök diğer yanda diğerleri arasında bölünen ordu kamuoyunu bütünlüğünü muhafaza ederek sevk ve idare etmek Genelkurmay başkanlarının önceliklerinden biri. Başbuğ bu önceliği gözeterek orduyu da ikna etmek üzere konuşuyor. Burada meşruiyetçi ve darbeye karşı bir çizginin savunulması da aynı ölçüde ordunun bütünlüğüne hizmet etmektedir. Aksi halde cuntacıların orduyu ne hale getirdiğini de en iyi komuta kademesi görüyor. Ancak bu denge arayışı, Bağbuğ’un konuşmalarında ortaya çıkan çelişkilerin de yolunu açıyor. Ordu, 27 Mayıs darbesi sonrası kurmaya çalıştığı iç dengeler o derece yoğunlaşmış durumda ki içine girdiği çelişkileri ve bu çelişkilerin artık toplumda kabul görmediğini idrak edemiyor. Esasen ordu, büyük bir bürokratik kurum olarak değişmekte zorlanıyor. Değişimi kabul etmesi için çok ağır toplumsal maliyetler ve bu çerçevede ordunun açıkça görünür bir başarısızlık yaşaması gerekiyor. Orgeneral Başbuğ’un son konuşmasındaki üslup yumuşaması ve kimilerince “küçük bir devrim” olarak adlandırılan muhteva değişikliklerinin ardında bu maliyet ve başarısızlık yatıyor. Bu maliyet ve başarısızlık, şahsî veya kurumsal sebeplerle yaşanmıyor. Tarihî ve toplumsal gerçeklikle bağdaşmayan resmî ideoloji anlayışı, askerî müdahaleler ve demokratik bir rejimin işlememesinden kaynaklanıyor.
Ordu, meselenin bütününü görmek ve toplumu esas almak yerine sorunlara kendi açısından bakmayı öğrendiği için siyasete müdahale ettikçe sosyal sorunların altında eziliyor. Başbuğ’un son konuşmasında Kürt meselesinde, laiklik meselesinde ve asker-sivil ilişkilerinde ciddi yumuşama işaretleri görünüyor. Ordu, artık siyasete açıktan müdahale ederek ağır maliyetlerle ve başarısızlıkla karşılaşmak istemiyor. Bu şekilde ordu, içindeki hizipleşmenin önüne geçmek, özerkliğini muhafaza etmek ve siyasete müdahil konumunu devam ettirmek istiyor. Bütün bunlar ideolojik bir değişikliği değil, stratejik ve taktik geri çekilmeyi gösteriyor.
Bütün bu kayıtlara rağmen, Orgeneral Başbuğ’un konuşması bir değişim sürecini gösteriyor. Ordu bu değişimi taktik ve stratejik düzeyde tutmaya çalışsa da, değişimi denetleme imkânından mahrum olduğundan tarihle, toplumla ve hayatla bağdaşmayan ideolojik unsurlardan da arınmak zorunda kalacaktır. Değişim başlayınca nerede durulacağı tayin edilemez. Bir zamanlar şehitlerin cenazesine dahi katılmayan komuta kademesinin, Muhsin Yazıcıoğlu’nun cenaze namazına katılması akla hayale gelmeyecek bir değişiklikti. Bu değişikliğin büyük maliyetlerle ve başarısızlarla yaşanmaması için, ordudaki değişimi eleştirel bir perspektifle desteklemek yerinde olacaktır. Hemen hiçbir bürokratik kurum, kendi reformunu içeriden yapamaz. Kaldı ki, burada basit bir bürokratik reform değil, güvenlik sektörünün demokratik ve sivil yönetim prensiplerine uygun olarak düzenlendiği siyasi bir reformdan bahsediliyor. Reformun sınırlarını ordunun tayin ettiği bir sistemde, ancak bir vesayet yönetiminden bahsedilebilir. Vesayetin sert veya ılımlı olması, sistemin niteliğini değiştirmez. Başbuğ’un konuşması, bu bakımdan vesayetin yumuşadığını gösteriyor. Ancak yumuşamanın sınırlarını ordunun çizmesi gerektiğini söylüyor. Bu yumuşama yeni bir durum olmakla beraber, liberal demokrasinin prensipleriyle bağdaşmıyor.
Başbuğ bir yandan üniter devletten bahsederken, diğer yandan ordu için açıkça otonomi talep ediyor. Bu otonomi, siyasi otoritenin denetimi dışına çıkmak ve onunla paralel olarak siyasete müdahil olmak anlamına geliyor. Ordu kendisi için otonomi isterken, DTP’nin otonomi talebini TBMM’yi boykot için meşru sebep olarak görüyor. Türkiye Cumhurbaşkanı’nı, TBMM Başkanı’nı TBMM’de dinlemiyor ama ABD Başkanı için boykotu kaldırarak TBMM’ye geliyor. Sonra da kalkıp demokrasiden, sivil otoriteden bahsediyor. Bütün bunları telif edebilmek için de Türk ordusunun “emsalsiz” konumundan bahsediyor. Böylece fasit daireden çıkamıyorlar.
19.05.2009