Bu sene Nobel Barış Ödülü İranlı kadın hakları mücadelecisi Nergis Muhammedi’ye verildi.
İran’da bir tür Şia İslam anlayışına bağlı totaliter bir rejim var. Rejim İslam’ın emir ve yasakları olarak gördüğü bazı kodları devlet zoruyla topluma dayatma peşinde. Hâliyle, bundan özellikle kadınlar zarar görmekte.
Aslında İran’da kadınların durumu, meselâ Afganistan’da kadınların durumu ile karşılaştırılırsa, çok daha iyi. Kadınlar eğitimde ve toplumsal hayatta rahatlıkla yer alabiliyor. Ana problem başını bir şekilde örtme hususunda doğuyor. Bu durum bizi dinler ve dinlere tabi insanlar hakkında yeniden düşünmeye sevk ediyor.
Kuşku yok ki, her din inananlarına bazı şeyleri yapmalarını ve bazı şeyleri yapmamalarını emreder. Problem bunların inananlara yönelik bireysel buyruklar olarak mı yoksa kamu otoritesi tarafından takip edilmeleri ve insanların uymaya zorlanmaları, uymayanların cezalandırılmaları gereken emirler olarak mı görülmeleri gerektiği.
Öyle sanıyorum ki dinin emir ve yasaklarının birçoğu insanlara verilmiş olan bireysel buyruklardır. İnsanların bu buyruklara uymaları beklenir. Uymama durumunda bunun hesabını verecek olan da yine bireysel olarak inananlardır. Hesap verecekleri yer ise elbette Yaratıcıdır. Kamu düzenini bozan ve barışçıl ortak hayatı torpilleyen davranışlar dışında, inananlar diledikleri gibi yaşamakta ve davranmakta serbest olmalıdır. Ne var ki bunun tam tersine inanan ve inancını kamu zoruyla hayata aktarmaya çalışan yaklaşımlar zaman zaman karşımıza çıkıyor.
İran ve Afganistan gibi ülkelerdeki kadınlara yönelik insan hakları ihlâllerinin yaygın olması bunun sadece İslam ülkelerinde bir sorun olduğu kanaatini uyandırıyor. Ancak, problem sadece Müslümanlara mahsus olarak doğmuyor; şu veya bu dine mahsus olmaktan ziyade genel bir problem olarak beliriyor. Hemen hemen tüm dinlerde ve dinî yorumlarda bu çizgide yer alan kişiler ve gruplar bulunuyor.
Bu bakımdan Hristiyanlığın tarihi çok ilginç örnekler sergiliyor. Dinde reformasyon sürecinde Avrupa’da daha radikal ve tepeden aşağı toptancı bir din anlayışı yaygınlık kazandı. Dinin yeni yorumlara tabi tutulabilmesi bu unsurları teşvik etti. Özellikle Anabaptistler arasında kendisinin Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi olduğunu ve Tanrı tarafından Hristiyan ahlâkını, öğretisini ve kardeşliğini önce kendi toplumlarında sonra tüm dünyada gerçekleştirmekle görevlendirildiğini iddia edenler ortaya çıktı. Bunlar ele geçirdikleri kasaba ve şehirlerde Hristiyan referanslı ve kelimenin tam anlamıyla totaliter sistemler kurdu.
Bunların en ilginçlerinden biri 1520’lerde Almanya’da Münster şehrinde geçekleşti. Burada kurulan bir Hristiyan komünizmi sistemi liderin ölmesinden sonra yerine geçen damadı tarafından daha da sıkılaştırıldı. Özel mülkiyet yok edildi. İnsanların evleri ellerinden alındı. Kapıları kilitlemek yasaklandı. Bütün varlıklara el kondu ve para ortadan kaldırıldı. Tüm mallar komünal depolarda toplandı ve buradan önderin atadığı kimseler tarafından insanlara dağıtıldı. “İhtiyaca göre alma” deyimi de ilk defa buralarda kullanıldı. Evlilik ortadan kaldırıldı ve çocukların anne-babaya değil tüm topluma ait olduğu kabul edildi. Herkes liderin çalışanı hâline geldi… Marksist komünizm bu anlayışın sekülerleşmesiyle doğdu…
Dinin emirlerinin bireysel emirler olarak algılanmayıp devlet tarafından zorla uygulanması gereken buyruklar olduğuna inanılması İran’daki rejimin temel problemi. Nergis Muhammedi bu anlayışın yanlış olduğunu düşünmüş ve buna itiraz etme cesaretini göstermiş olduğu için uzun süre hapse mahkûm edilmiş bir insan. Bu yüzden, bu kararın çok isabetli olduğu ve Muhammedi’nin Nobel ödülünü hak ettiği kanaatindeyim.