İnsan haklarında sivil ve siyasi hakların önemi

İNSAN hakları, bir kişinin insan olduğu için sahip olduğu haklardır. Bu hakların kaynağında doğal hukuk anlayışı bulunur. Kaynağında “insan” olan ve insanı “tek gerçek gerçeklik” olarak gören doğal hukuk, insanı diğer şeyler için de tek ölçü ve tek kurucu güç olarak görür. İnsan, doğal olarak birtakım haklara sahiptir. Bu haklar mutlaktır, devredilemezdir, vazgeçilemezdir, evrenseldir.

İnsan hakları, doğal hakların modern ve seküler bir sürümüdür. Bir insanın bu haklara sahip olması, içinde yaşadığı toplumdaki statüsüne, belli bir işi yapmasına, belirli bir kimliğin üyesi olmasına, bazı özellikler taşımasına veya birtakım görevleri yerine getirmesine bağlı değildir. Herhangi bir ayrıma tabi tutulmaksızın her insan, salt insan olması hasebiyle –doğduğu andan itibaren- bu haklara sahiptir.

İnsan haklarının tanınması ve korunması, demokratik bir sistemin varlık koşuludur. Zira insan haklarının asıl işlevi, birey karşısında son derece güçlü araçlarla donatılmış olan siyasal iktidarı sınırlandırmasıdır. Bu haklar, devlet hareket alanını kısıtlamayı ve böylelikle insanlara dokunulmaz özgürlük alanları sağlamayı amaçlar. İnsan haklarının esas hedefi kişileri devlet baskısından korumaktır. Bu nedenle öncelikli muhatabı devlettir ve bu haklar öncelikle devlete karşı ileri sürülür. Devlet hem insan haklarına müdahale etmemek, hem de bu hakların uygulanabilmesi için gerekli şartları sağlamakla yükümlüdür.

Zira insan hakları, devletlerin meşruluğunun dayanaklarından biridir. Jürgen Habermas’a göre, modern demokrasilerde meşruiyetin iki kaynağı vardır: Biri ulusal iradedir, diğeri ise insan haklarıdır. İnsan hakları, ulusal iradeye paralel olarak “meşruiyetin ikiz kaynakları”ndan birini teşkil eder. Buna göre meşruluk, toplumsal yönetimin temel dayanağının sorgulanması anlamına gelir. Bir siyasal erkin meşru sayılabilmesi davranmaiçin, onun bireylerin iradesine dayalı bir uyum ve uzlaşmayı sağlayabilmesi gerekir. Bir başka ifadeyle yönetim, yönetilenler tarafından onanmalıdır.

Ancak siyasi iktidarın yönetilenlerin oluruyla işbasına gelmiş olması meşruluk sorununu tümden bitirmez. Siyasi iktidarın daha sonra gerçekleştireceği etkinlikler açısından da meşruluk sorgulaması devam eder. Bu çerçevede insan haklarının en geniş anlamda siyasal meşruluğun bir ölçütü olduğuna hiç kuşku yoktur. Siyasal yönetimler ve onların uygulamaları insan haklarına bağlı kaldıkları oranda meşrudurlar.

İnsan hakları, devletlerin meşruluğunun dayanaklarından biridir. Jürgen Habermas’a göre, modern demokrasilerde meşruiyetin iki kaynağı vardır: Biri ulusal iradedir, diğeri ise insan haklarıdır. İnsan hakları, ulusal iradeye paralel olarak “meşruiyetin ikiz kaynakları”ndan birini teşkil eder. Buna göre meşruluk, toplumsal yönetimin temel dayanağının sorgulanması anlamına gelir. Bir siyasal erkin meşru sayılabilmesi için, onun bireylerin iradesine dayalı bir uyum ve uzlaşmayı sağlayabilmesi gerekir. Bir başka ifadeyle yönetim, yönetilenler tarafından onanmalıdır.

İNSAN HAKLARININ KAPSAMI

İnsanların hayatlarında sadece insan hakları yoktur, insanlar başka haklara da –mesela sözleşmeden veya cari hukuktan doğan haklara da- sahiptirler. Ama insan haklarının, diğer haklardan farklı bir kapsayıcılık alanı söz konusudur. Kapsayıcılık noktasında insan haklarına dair üç noktaya değinilebilir:

Birincisi, diğer haklardan farklı olarak insan haklarının herkese karşı ileri sürülebilmesidir. Sözleşmeden kaynaklanan bir hak sadece sözleşmenin taraflarını bağlar ve sadece taraflardan sözleşme hükümlerine uygun davranması beklenir. Oysa insan herkesi bağlar ve herkesten bu haklara riayet etmeleri talep edilebilir.

İkincisi, insan haklarının varlığının devletlerin tanımasına bağlı olmamasıdır. Devletler insan haklarını tanımayabilir, hukuki güvence altına almaktan imtina edebilir. Ama devletlerin kendi pozitif hukuklarında insan haklarını hukuksal güvencelere kavuşturmamaları insan haklarını otomatikman ortadan kaldırmaz.
Devletin ifade özgürlüğünü tanımaması, ifade özgürlüğünün bir insan hakkı olmadığı anlamına gelmez. John Nuttal’in ifadesiyle “Bir insan hakkı, insanlar o yokmuş gibi davrandıklarında yok olmaz.” İnsan hakları tüm insanları kapsayacak şekilde vardırlar, devlet bunları tanımak ve hayata geçirmekle mükelleftir.

Üçüncüsü ise, insan haklarının üzerinde uzlaşmaya varılmış, mutlak ve değişmez bir kapsamının olmamasıdır. İnsan haklarının neleri kapsadığı konusundaki görüşler ve yaklaşımlar sürekli değişim içerisindedir. Toplumsal hayatın koşullarının değişmesine, olanakların artmasına, insan onuru hakkındaki düşüncelerin farklılaşmasına ve yeni teknolojilerin ortaya çıkmasına bağlı olarak insan haklarının kapsamı da genişlemiştir.

Nitekim başlangıçta insan hakları denilerken sadece “sivil ve siyasi haklar” veya “klasik haklar” akla geliyordu. İnsan haklarının kategorilere ayrılması mevzu bahis değildi. Oysa bugün insan hakları kavramı, içinde ekonomik ve sosyal hakların, grup haklarının ve cinsel kimlik haklarının yer aldığı bir seti tarif ediyor.

Sivil ve siyasi hakların, gerek geçmişte gerekse günümüzde iki önemli işlevinin olduğu söylenebilir: Birincisi, insanın devlete karşı sahip olduğu bir hürriyet sahasını belirlemesidir. İnsan bu sahada kendini geliştirir, kimliğini inşa eder, kendisi olarak var olur. İkincisi, devletin bu sahaya müdahale etmemesini öngörmesidir. Buna göre devlet; insanların fiziki bütünlüklerine dokunmayacak, onları keyfi olarak tutuklamayacak, hukuki ihtilaflarını adil bir yargı mekanizması vasıtasıyla çözmelerini engellemeyecek, özel hayatlarına karışmayacak, toplantı yapma dernek kurma ve kamuyla ilgili bütün faaliyetlere katılmalarına mani olmayacaktır.

SİVİL VE SİYASİ HAKLAR
Günümüzde birçok kategoride ele alınsa da insan haklarının temelinde “sivil ve siyasi haklar” yatar. Zira diğer kategorilerin bir insan hakkı olup olmadığı konusunda literatürde çok çeşitli ve ayrıntılı tartışmalar yapılıyor ama sivil ve siyasi hakların insan hakları olduğuna yönelik bir itiraz söz konusu değil.

Sivil ve siyasi haklara ilişkin tartışmaları tarihin ilk dönemlerine kadar götürmek mümkün. Ancak bu haklar, 17 ve 18. yüzyılda modern bir içeriğe kavuştular.
Bu haklar, “doğal haklar” olarak, o dönemdeki egemen siyasi yapıya ve o yapının meşruluk ilkelerine karşı sert ve kesin bir başkaldırıyı simgeliyordu. Çünkü doğal haklar teorisine göre, tüm insanlar doğumlarıyla birlikte vazgeçilmez, devredilmez ve mutlak evrensel haklara sahiptiler. Bu hakların varlığı, toplum öncesine dayanıyordu ve iktidarların bu haklar üzerinde tasarruf edebilme yetkileri yoktu.

Verili iktidar yapısına büyük sınırlar koyan bu düşünce, o dönem ekonomik hayatı büyük ölçüde elinin altında tutan ama siyasi bir ağırlığı bulunmayan burjuva sınıfı tarafından savunuluyordu. Burjuva ideologlarına göre, devlet mutlak ve sınırsız bir varlık değildi. Diğer sosyal kurumlar gibi devleti de insanlar, kendilerine hizmet etmesi amacıyla kurmuşlardı. Ama mevcut devletlerin böyle bir özellik taşımadıkları ortadaydı. Onlar insanlara hizmet etmek yerine insanlar üzerinde tahakküm kurmuşlardı. Bu durum değiştirilmeli, devlet ehlileştirilmeliydi. Bunun için yapılması gereken de, devleti ahlâki bir ilkeyle sınırlandırmak, bireylere devletin dokunamayacağı bir özgürlük alanı yaratmak ve herkesin adil yargılanmasını sağlayacak koşulları oluşturmaktı. Böylelikle devletin haksız ve gayrimeşru icraatlarına karşı bireyleri korumak mümkün olabilirdi.
Bu düşüncüler üzerinden geliştirilen insan hakları söylemi, baskıcı yönetimeler altında ezilen geniş halk kesimlerinden büyük destek gördü ve devletlerin demokratikleşmesine giden yolu açtı.

Bugün uluslararası düzenlemelerle garanti altına alınan sivil ve siyasi hakları, temelde dokuz genel başlık altında toplamak mümkündür:

> Ayrımcılık yasağı
> Kişinin fiziki ve manevi bütünlüğüne saygı (Hayat hakkı, işkence yasağı, insanlık dışı ve aşağılayıcı ceza ve muamele yasağı, kölelik ve zorla çalıştırma yasağı, vb.)
> Kişi özgürlükleri (özgürlük ve güvenlik hakkı, serbest dolaşım hürriyeti)
> Yargılamayla ilgili haklar (Adil yargılanma hakkı, etkili başvuru hakkı, suçların ve cezaların kanuniliği ilkesi, vb.)
> Özel hayat ve aile hayatının korunması
> Düşünce özgürlüğü hürriyeti (düşünce, vicdan ve din hürriyeti, ebeveynin çocuklarının eğitim ve öğretimini kendi inançlarına göre yapılmasını isteme hakkı, vb.)
> Toplumsal ve siyasi faaliyetlerle ilgili özgürlükler (toplanma ve dernek kurma özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, vb.)
> Mülkiyet hakkı
> Yabancıların hakları

Sivil ve siyasi hakların, gerek geçmişte gerekse günümüzde iki önemli işlevinin olduğu söylenebilir: Birincisi, insanın devlete karşı sahip olduğu bir hürriyet sahasını belirlemesidir. İnsan bu sahada kendini geliştirir, kimliğini inşa eder, kendisi olarak var olur. İkincisi, devletin bu sahaya müdahale etmemesini öngörmesidir. Buna göre devlet; insanların fiziki bütünlüklerine dokunmayacak, onları keyfi olarak tutuklamayacak, hukuki ihtilaflarını adil bir yargı mekanizması vasıtasıyla çözmelerini engellemeyecek, özel hayatlarına karışmayacak, toplantı yapma dernek kurma ve kamuyla ilgili bütün faaliyetlere katılmalarına mani olmayacaktır.

Bu iki işlevi nedeniyle sivil ve siyasi haklar, gerek bireysel gerek toplumsal yaşamda büyük bir öneme haizdir. Devletlere düşen, bu hakları sistemin merkezine yerleştirmek ve anayasal güvenceye kavuşturmaktır. Zaten anayasaların da görevi, insanların hak ve özgürlüklerini teminat altına almak ve devlet yetkilerini sınırlandırmaktır. Elbette bu hakların anayasada yer bulması, onlara mutlaka itaat edileceği garantisi içermez. Ancak insan haklarının anayasal normlara dönüşmesi, hem bireyleri bu hakları daha fazla talep eder hale getirir, hem de devleti bu haklar uygun davranmak konusunda zorlar.

Dernekler Dergisi, 03.11.2015

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et