İnsan hakları ve AKP: Dün ve bugün

AK Parti, 2002 yılında yapılan seçimlerde iktidarı kazandı. Abdullah Gül’ün başkanlığında kurulan 58. Hükümetin programında en çok dikkat çeken husus, insan hak ve özgürlüklerine yapılan vurguydu. “İnsanlarımızın barış ve refah içinde özgürce yaşadığı, çağdaş dünya ile bütünleşmiş, farklılıkların çatışma unsur olarak değil zenginlik kaynağı olarak görüldüğü itibarlı, demokratik ve dinamik bir Türkiye vizyonunu hayata geçirmeyi”hedefleyen program, bir “haklar manifestosu” gibiydi.

Programa göre bütün insanlar doğuştan, devredilemez ve vazgeçilemez temel hak ve özgürlüklere sahipti. İnsanlığın ortak değeri olan bu hak ve özgürlükler, devlet idaresi altında onurlu bir yaşam sürebilmenin olmazsa olmazlarıydı. Hükümet bütün sivil ve siyasi özgülükleri güvenceye almak ve insanlara korkudan uzak bir ortam sağlamak için bütün politikalarının merkezine “insan”ı yerleştirecek ve insanlığın birikimi olarak gördüğü uluslararası demokratik standartlara dayanacaktı. Bu bağlamda, deniyordu, hükümet:

* Temel hak ve özgürlükleri, ülkemizin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde, özellikle Kopenhag Kriterlerinde belirtilen seviyeye yükseltmek için Anayasa ve yasalarda gerekli tüm değişikliği yapacaktır.

* Temel hak ve özgürlüklerin, sadece anayasal ve yasal güvenceye alınması ile yetinmeyip, fiilen uygulanması ve siyasal kültürümüzün yerleşik bir boyutu olarak güçlenmesi yönünde çaba sarf edecektir.

* Temel hak ve özgürlükler konusunda, toplumun değişik kesimlerinin sorunlarına ve taleplerine karşı duyarlı olacak, bu alanda çifte standartlara, kısır çekişmelere ve siyasi istismarlara izin vermeyecektir.

* İşkence başta olmak üzere, demokratik hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayan tüm insan hakları ihlallerinin üzerine kararlılıkla gidecektir.

* Mülkiyet hakkını, düşünce, ifade, inanç, teşebbüs ve örgütlenme özgürlüğünü sınırlayan hükümleri, evrensel hukuk ve özgürlük anlayışı içinde dikkate alınarak yeniden düzenleyecektir.”

“İşkenceye sıfır tolerans”

2007, hareketli bir yıldı. Sezer’in görev süresi bitiyordu, yeni bir cumhurbaşkanı seçilecekti. Hem sokaklarda hem parlamentoda tansiyon yüksekti. Önce, AKP’nin laikliği zayıflattığı gerekçesiyle Cumhuriyet Mitingleri yapıldı. Sonra Genelkurmay Başkanlığı 27 Nisan’da hükümete bir muhtıra verdi. Nihayetinde Anayasa Mahkemesi, AKP’nin çoğunlukta olduğu Meclis’in cumhurbaşkanı seçmesini engellemek için “367” diye bir hukuki garabet ortaya çıkardı. Hükümet buna restle karşılık verdi, seçimleri erkene aldı ve sandıktan yine tek başına iktidarla çıktı.

Başbakan Erdoğan’ın açıkladığı 60. Hükümet programı yine insan hakları hassasiyetiyle dokunmuştu. Devletin nihai amacının bütün hak ve özgürlükleri teminat altına almak ve insanların güven içinde yaşamlarını sağlamak olarak işaretleyen program, işkenceye karşı da çok net bir tavır alıyordu:

“’Sıfır tolerans’ anlayışıyla işkence, kayıp, gözaltında ölüm, faili meçhul cinayet gibi demokratik hukuk devletinde kabul edilemez insan hakları ihlallerinin üzerine, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da büyük bir kararlılıkla gidilecektir.”

“Demokrasi açığı”

2010’da 12 Eylül Anayasasında kapsamlı bir değişikliğe gidildi. Hükümetin önayak olduğu değişiklik farklı toplum kesimlerinin desteğini aldı ve halk oylamasında yüzde 58 ile kabul edildi. Akabinde 2011’de yapılan seçimlerin muzafferi yine AKP oldu.

Erdoğan başkanlığındaki 61. Hükümetin programı, AKP’nin temel önceliğinin, geçmişte insanımıza ve ülkemize ağır bedeller ödeten “demokrasi açığını” kapatmak ve demokrasimizi ayıplarından arındırmak olduğunu ifade ediyordu. Bunun için birçok reform cesaretle hayata geçirilmiş, ülke yasaklardan ve olağanüstü hallerden uzaklaştırılmış, vesayetçi anlayışların sultasına karşı milli irade güçlendirilmişti.

Hükümet “çoğulcu ve özgürlükçü bir demokrasi anlayışıyla bireylerin ve toplumdaki farklı kesimlerin bütün yönleriyle kendilerini özgürce ifade ettiği zeminlerin inşa edilmesini”amaçladığını belirtiyordu. Hiç kimseye yaşam tarzı dayatmadığını, tüm inançlara ve yaşam tarzlarına saygıyı ilke kabul ettiklerinin altını çiziyordu.

Peki, AKP’nin üçüncü dönemdeki hedefi ne olacaktı? Program bunun da cevabını veriyordu. Buna göre, üçüncü dönemdeki temel hedef “demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla yerleştirilmesi, eksik demokrasiden ileri demokrasiye geçişin tam olarak sağlanması” olacaktı.

“Demokrasi sıralamasında sınıf atlamak”

2014’te Erdoğan cumhurbaşkanı seçildi. Partinin başına Ahmet Davutoğlu geldi. Davutoğlu’nun 62. Hükümetinin programında da insan hakları ve demokrasi kavramlarına büyük bir önem verilmişti. Programın 32 sayfası “İleri Demokrasi” başlığı altında insan hak ve özgürlüklerine dair yapılanlara ve yapılacaklara ayrılmıştı.

Program “zamana, mekâna, kültüre veya inanca bağlı olarak hak ve özgürlüklerde ayrımcılık yapılamayacağı gerçeğine” inanıyordu. Hukuk devletini “vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini kullanırken devlet merkezli herhangi bir engellemeye takılmamalarını öngören” bir anlayışa oturtuyordu. Bu anlayışın “vatandaşın hak ve özgürlüklerini devlete ve diğer güç merkezlerine karşı korumayı gerektirdiğini” belirtiyordu.

Devleti, farklı kimlikler arasında bir hakem olarak kodluyordu. “Etnik, dini ve mezhepsel aidiyetlerden önce tarihdaşlık ve vatandaşlık anlayışını” benimsiyordu. “Devletin bütün kimliklerle hakkaniyet ölçüsünde, eşitlik temelinde ve demokratik bir ilişki geliştirmesi”hükümetin “toplumsal zenginliğimizin unsuru olan etnik, dini ve mezhepsel çoğulculuğumuza yaklaşımındaki temel felsefesini” oluşturuyordu. Yeni Türkiye’nin hedefi “etnik kimliği, mezhebi ve inancı ne olursa olsun herkesi kucaklayan, onları eşit vatandaşlık ile evrensel ilkeler ve değerler temelinde demokratik bir ortak yaşam bilincine ulaştıran bir anlayışın hayata geçirilmesi” idi.

Hükümet çoğulcu, eşitlikçi ve katılımcı demokrasi anlayışıyla “Türkiye’ye dünya demokrasileri sıralamasında sınıf atlatacak”tı. Bunun için, daha önce iç hukukumuz ile temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalar arasında ihtilaf çıkması halinde, uluslararası antlaşmaları esas alan anayasal değişiklik gerçekleştirilmişti. Hükümet bu politikaya uygun olarak hareket edecek, temel hak ve özgürlükler alanında uluslararası normlar bundan sonra da tüm politikalara yol gösterici olacaktı.

“Yerli ve milli”

Odağına insan haklarını ve demokrasiyi kavramlarını alan söylem, salt hükümet programlarında kalmadı. İktidarın temsilcileri kamuoyu ile ilişkilerinde de hep bu kavramlara müracaat etti. İktidar medyası, hak alanının genişlemesinin savunucusu oldu. İki mühim sonuç doğurdu bu durum: Biri, insan haklarının toplumsal düzeyde hakim söylem haline gelmesiydi. Diğeri ise, devlet kurumlarının ve görevlilerin iş yapma ve davranış biçimlerini olumlu yönde değiştirmeleriydi. Yani hak ihlallerinin azalması, işkence iddialarının “yok” mesabesine inmesiydi. Hukuki mevzuatın birçok hak karşıtı ve arkaik hükümden arındırılması, ülkenin demokrasi standardının yükselmesiydi. Herkes için hayırlı ve güzel gelişmelerdi bunlar.

Ne yazık ki şimdi çok farklı bir atmosferin egemenliği var. Şimdiden geriye bakınca, tüm o insan hakları ve demokrasi söylemleri kubbede baki kalan hoş bir seda gibi! Artık iktidarın dilinden hak, hukuk, özgürlük, evrensel değerler, uluslararası demokratik standartlar gibi kavramlar pek çıkmıyor. İktidar medyası ise insan haklarına veba, insan hakları savunucularına vebalı muamelesi yapıyor. Hamaset yüklü bir dil her geçen gün daha fazla prim yapar hale geliyor. Kerameti kendinden menkul bir “yerlilik” ve “millilik” almış başını gidiyor. “Yerli ve milli” dendi mi akan sular duruyor, bunlara eleştirel duranlar anında şüpheci nazarları üzerine çekiyor.

Bunun da bir maliyeti var elbette. Hak ve özgürlük sahasında zorlukla elde edilen kazanımların dibi oyuluyor. Hak ihlalleri artıyor. İhlallere dair etkin bir soruşturma yapılmıyor. Cezasızlık devlet ajanlarını vatandaşlara karşı daha sert, daha hoyrat kılıyor. İşkence iddiaları gazetelere her geçen gün daha fazla yansıyor. Meclis İçtüzük değişikliği tartışmalarında görüldüğü üzere, çağdaşı birtakım yasaklar tekrar mevzuatın içine giriyor. Türkiye özgürlük ve demokrasi sıralamalarında tersinden sınıf atlıyor, daha doğrusu sunuf düşüyor.

Kabağın büyüğü

Özgürlük kaybından herkes nasibini alır. Bununla birlikte hak ve hürriyetlerin eşiği aşındığında, kabağın büyüğü her zaman insan hakları savunucularının başında patlar. Nerdeyse değişmez bir kuraldır bu. Çünkü insan hakları savunucular daima potansiyel tehlike ve olağan şüpheli sınıfında yer alırlar. Dolayısıyla özgürlük alanı daraldıkça hak savunucuları daha sık bir hak ihlalinin konusu haline gelirler.

İstanbul Büyükada’da yaşananlar bunun bir örneği. Polis, insan hakları çalışmasına baskın yaptı. İnsan Hakları Ortak Platformu’nun (İHOP) düzenlediği çalışmaya katılan 8 hak savunucusu gözaltına alındı.

Basına yansıyan bilgilere göre, toplantı OHAL’i de aşan bir yöntemle basıldı. Hak savunucuları duvara dayatıldı, açık olan bilgisayar ve cep telefonlarına imajlarının tespiti yapılmadan el konuldu. Polis yakınlarına ve avukatlarına haber vermelerine izin vermedi. Kısıtlılık kararı sebebiyle avukatlar suçlama hakkında bilgi alamadı. Toplantıya katılanların evlerindeki arama ise gözaltına alındıklarının altıncı günü yapıldı.

(http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/779175/7_soruda_Buyukada_baskini.html)

Cumhurbaşkanı Erdoğan, çalışmayı 15 Temmuz darbe girişimi ile irtibatlandırdı. Erdoğan’a göre, “Onlar ise orada ne yazık ki yine adeta 15 Temmuz’un devamı mahiyetinde bir toplantı için bir araya gelmişlerdi.”

İktidar medyası da toplantıdaki “terör” bağlantısını hemen tespit etti. “İnsan hakları adı altında terör örgütlerini destekleyen dernek ve grup temsilcilerinin gözaltına alınması” gibi ifadeler kullandı. Toplantıya olmayan bir gizlilik havası kattı. Asılsız, her yerden “yalan” olduğunu bağıran bilgileri servis etti. İngiliz ajanlarının cirit attığını, yeni bir Gezi kalkışmasının planlandığını yazdı, çizdi.

Durum, ibretlik! Yıllardır öğrenci, izleyici, katılımcı ya da eğitmen olarak bu tür toplantılara katılırım. Kıyısından köşesinden bu işlere bulaşmış herkes, böylesi çalışmaların uzun bir ön hazırlık gerektirdiğini bilir. Farklı öncelikleri olan grupları bir araya getireceksiniz. Onlar için uygun bir zamanı bulacaksınız. Hepsinin mutabık kaldığı bir çerçeve oluşturacaksınız, vs. Tüm bunlar ciddi bir zaman ve emek gerektirir. Telefon açar, e-mail gönderir, e-mail alır, programı bir netliğe kavuşturmak için defalarca görüşürsünüz. Her şey açık bir şekilde yapılır, kimlerin toplantıya katılacağı ve toplantıda hangi konuların tartışılacağı önceden bilinir.

Vaziyet bu iken, planlı-programlı bir insan hakları çalışmasından bir “darbe toplantısı” ya da “yeni bir Gezi kalkışması” icat etmek, insan hakları camiasındaki herkesin yakından tanıdığı ve bazıları hükümetle de ortak çalışmalar yapmış hak savunucularını “ajan/casus” olarak damgalamak, gerçekten ibretlik!

Bugün “ajan” denilen ve hak savunma faaliyetleri  “suç” olarak gösterilenler, yarın kendilerine bunu yapanlar bir hak ihlaline uğradığında onların da hakkını savunacaklardır. Buna hiç şüphem yok.

Peki ya bugün asılsız haberlerle insan hakları savunucularına kara çalanlar yarın ne yapacaklar? Gün ışıdığında aynaya nasıl bakacaklar?

Serbestiyet, 15.07.2017

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et