İnanmak ve Bilmek

Geçenlerde Kemalettin Taş’ın Din ve Toplum Görüşleriyle Cemil Meriç adlı kitabını (İstanbul: Rağbet Yayınları, 2017) okurken Türk düşünce hayatında iz bırakan isimlerden Cemil Meriç ile Peyami Safa arasındaki ilginç bir fikir farkına tesadüf ettim. Fark, Hindistan’a ve Şark’a bakışlarında.

Cemil Meriç Hindistan’ın “Dünyayı teorik ve pratik olarak en aşırı biçimde inkâr eden din ve ahlâk sistemlerinin beşiği” olduğunu düşünen M. Weber’e itiraz ediyor. Weber’in Hint düşüncesini atıl bir medeniyet olarak görmesinin yanlış olduğunu, çağdaş Avrupa’nın “en aydınlık” taraflarıyla Hint’in kavramı olduğunu söylüyor (s. 56-7). “Tüm değerleriyle bugüne gelmesini”, Hint medeniyetinin büyüklüğünün delili olarak gösteriyor. Hindistan’daki din ve inanç çeşitliliğine, birbirinden çok farklı grupları barış içinde birarada muhafaza edilebilmesine bilhassa dikkat çekiyor.

Kemalettin Taş Peyami Safa’nın Hindistan hakkında Meriç’le aynı fikirde olmadığına bir dipnotla işaret ediyor ve Safa’dan uzunca bir alıntı yapıyor. Taş’ın belirttiğine göre Peyami Safa ‘İslamî Şark’ ile  ‘Uzak Şark’ın özdeşleştirilmesi yanlış iki kavram olduğunu belirttikten sonra şöyle diyor:

“Şark nereden gelip nereye gittiğinin farkında değildir. Derin esrarlı ve düşünceli Asya, birkaç prensiyle birkaç şairinin ruhundadır, halkın hiçbir şeyden haberi yoktur. Ve (…bunların) telkini altında insan kelimelerden başka hakiki bilgiden ayıran bir şey olmadığına inandığı için sessizliğine sadıktır ve hakikatleri sükutun tılsımı içinde arar… Şarkın ilmi olmadığı gibi tenkidi de yoktur. O halde orada bir fikir hayatından, hatta zekadan bahsedilemez. Şark dindardır, filozof değildir. Tarif etmeye mecbur kaldığı yerde idraki durur. Hindistan’ın ve Uzak-Şark’ın metafiziği bir kelime oyunudur ve bundan başka herhangi bir kıymetten mahrumdur. Her zaman ispat edilmesi mümkün olmayan şeyleri iddia etmiştir. Tabiat üstündeki nüfuzu büyücülükten ibarettir. Şark düşüncesinde açıkça anlatılabilen, ölçülebilen, ispat edilebilen hiçbir şey olamadığı için, içine kolayca her iddia boca edilebilir… Hasılı bu Şark için bilmek, sadece inanmaktır.” (Peyami Safa, Türk İnkılabına Bakışlar, Ankara: 1988, s. 81).

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu tartışmada, bir taraftan sosyolojinin ideoloji olarak doğduğunu veya ideolojiye evrilebileceğini diğer taraftan sosyolojinin ideolojilere kapılmayı önleyeceğini söyleyerek çelişkiye düşen Meriç’ten çok, Uzak Şark’ta inancın bilgiye galebe çaldığını söyleyen Safa’ya, ama bazı itiraz kayıtlarıyla, daha yakın bir yerde durmaktayım. Ancak, bu yazıda beni öncelikle ve özellikle ilgilendiren, inancın bilginin yerine ikame edilmesi meselesi.

Aslında inancın bilginin yerine ikame edilmesi sadece Uzak-Şark’ta tezahür eden bir tutum değil. Hem tarihsel hem de güncel olarak Batı denen coğrafyada da mevcut. Dolayısıyla, Batı ile Şark arasındaki fark tüketici bir nitelik farkı olmaktan ziyade bir derece farkı. Batı’da Şark felsefelerine gösterilen ilgi ve Batı’nın kendisinde hâlâ aynı tutumu benimseyen çevrelerin varlığı bu tespiti destekleyen deliller arasında sayılabilir.

Yine Safa’nın yaptığı İslam-Şark Uzak-Şark ayrımının bu mesele açısından zayıf kaldığı iddia edilebilir. İslam Şark’ında (veya Yakın-Şark’ta) inancı bilginin yerine koyma, inanılan şeyin objektif maddî bilgi olduğunu sanma tavrı ve bunun çeşitli toplumsal alanlardaki yansımaları gayet aşikâr.

İslam kültürünün egemen olduğu toplumlarda inanç ile maddî-objektif-beşerî bilgiyi birbirine karıştırma ve ilkini ikincinin yerine ikame etme tavrı bir ekonomik kurum olan faize bakışta en keskin biçimde tecelli ediyor. Dindar Müslümanlar faizi genelde neredeyse her ekonomik kötülüğün özelde yatırım kredilerinin maliyet yüksekliğinin ve dolayısıyla hayat pahalılığının -enflasyonun- sebebi sayıyor. Bu yüzden ‘yüksek faizin’ düş(ürül)mesini istiyor. İnanç dünyalarında faiz kurumunun tamamen ortadan kalktığı (kaldırıldığı) bir ekonomik model temenni ettiklerinden emin olmamak için de bir sebep yok.

Yatırım kredisi faizlerinin ‘yüksek’ olmasının bir taraftan yatırımcıları caydırabileceği, diğer taraftan, yatırım yapılması hâlinde, ürünlerin piyasaya ‘yüksek’ fiyatla sürülmesine yol açacağı bir gerçek. Her yatırımcı ve/veya her ekonomik gözlemci bunu görebilir, kestirebilir. Ne var ki ekonomi zinciri bir bütündür, zincirin tek halkasına bakılarak anlaşılamaz. Tek halkaya bakışla geliştirilen ekonomi politikaları da hem amacına ulaşamaz hem de muhtemelen yaratacağı potansiyel faydadan fazla zarar verir. Bu yüzden meselelerin daha ayrıntılı şekilde tahlil edilmesi gerekir.

Faiz her ekonominin temel kurumlarındandır ve kimsenin iyi veya kötü niyetinin eseri değildir. Dünyanın bilinen her toplumunda var olmuştur, muhtemelen daima da var olacaktır.  Bunun sebebi ekonominin kendi kanunlarının olması ve bu kanunların parlamentonun çıkardığı kanunlara benzememesi. Ekonomi kanunları somut otoritelerin siyasî niyet ve talimatlarıyla değiştirilemez. Değiştirildiği zannıyla belirlenen ve uygulanan politikalar sonunda duvara toslar ve felaket yaratır.

Faiz zaman tercihi düşük olanlara, yani (finansal) varlığını (parasını) hemen harcamak yerine harcamayı ileriye erteleyenlere verilen bir ödüldür. Her ekonomi, tüm malların muayyen bir ömrü olması gerçeği yüzünden, mevcut hacmiyle ilerlemeyi bir yana bırakın, mevcudu korumak için bile yatırım yapmak zorundadır. Çünkü üretim tesisleri (ve parçaları) ölümsüz değildir; eskir, yıpranır, miadını doldurur, yani ölür. Yatırım yapılabilmesi için ise kullanılabilir finansal fonlara ihtiyaç vardır. Her toplum ya dışarıdan borç alarak ya da ürettiğinin bir kısmını tüketmeyip tasarruf ederek yatırım fonları bulabilir. Yerli tasarrufçular ancak ve ancak ödüllendirilirlerse tasarruflarını yatırım fonlarını oluşturacak finansal süreçlere dâhil ederler.

Bankalar gibi finans kurumları tasarruf sahipleri ile yatırımcılar (kredi kullananlar) arasında köprüdür. Başka bir deyişle bunlar para ticareti yapar. Tasarruf sahipleri paralarını bir ödül beklentisiyle bankalara yatırır. Bankalar bu fonları kredi kullananlara satar, yani bir ücret-fiyat karşılığı borç verir. Aldığı ücretin bir kısmını ödül olarak tasarruf sahiplerine dağıtır. Kalanlarıyla da kötü kredilerden (dönmeyen kredilerden) doğan zararı kapatır ve ‘dükkân’ı ayakta tutar.

Bankalara “faizleri düşürün” demek, “tasarruf sahiplerine verdiğiniz ödülleri azaltın” demektir. Bu yapılırsa, hiç kuşku yok ki, pek çok tasarruf sahibi parasını alıp sistemden çıkar. Tasarrufların azalması kredi fonlarını daraltır. Bu durumda yatırım kredisi fiyatları (yani faizler) düşmez, yükselir. Böylece amaçlananın tam tersi bir yere varılmış olur.

Kuşku yok ki bir ülkede faizlerin ‘çok yüksek’ olması arzu edilmez. Bu, reel sektörün önünü tıkar. Herkes yatırımı-üretimi düşünmek yerine paradan para kazanmaya çalışır. Türkiye böyle dönemler yaşadı. Bundan çok zarar gördü. Ancak, böyle olmasının sebebi çoğu zaman devletin yanlış ekonomi politikalarıydı.

Faizlerin  ‘yüksek’ olup olmadığı, yüksekse niye yüksek olduğu da sorgulamaya açıktır. Şöyle bir senaryo üzerinden düşünelim: Bir ülkede enflasyon %11 civarında. Bankalar ise %12.5-13.5 bandında vadeli mevduat faizi veriyor. Yani reel faiz yüksek değil. Kredi faizleri ise, %14-17 bandında. Yani bankalar sadece 1.5-3.5 puan ilaveyle kredi veriyor. Geri dönmeyen krediler ve işletme giderleri göz önüne alındığında bu oranlar aşırı yüksek görünmüyor.

Diğer taraftan, en büyük borçlanıcı devletin kendisi. İstihdamla devamlı büyüyen, yüksek maliyetli alt yapı yatırımlarına girişen, güvenlik harcamaları artan devlet kaynak bulmak zorunda. Bunun için başvurabileceği yollar belli: Daha çok vergi almak (maliye politikası), MB’na baskı yapıp para basmak (para politikası) ve yurt içinden ve dışından borç almak. Hepsinin sınırları ve sonuçları var. Para basmak enflasyona yol açar ve uzun vadede enflasyon en kötü ekonomik sorundur. Daha çok vergi vatandaşı üretimden bezdirir ve devlet vergi toplayamama noktasına doğru sürüklenebilir. Bu yüzden,  en mantıklı yol borçlanma gibi görünmektedir. Eğer borçlanılacaksa sağlam bir finans sektörü olmalı ve zincirin başlangıç noktası olan tasarruf sahipleri mutlu edilmelidir. Bugün finans kuruluşları hiç kimseye kredi vermeyip sadece devlet tahvillerini alsalar bile kâr edeceklerdir. Demek ki devlet yüksek faizin asıl kaynağıdır.

Bu durumda neler yanlış anlaşılıyor ve neler yapılmalı? Yukarıda işaret ettiğim üzere ekonomi siyasî direktiflerle ve meclis kanunlarıyla zapturapt altına alınamaz. Devletlerin toplumsal hayatın diğer alanlarında olduğu gibi ekonomi alanında da fitrî sınırları vardır. Bu sınırlar yokmuş gibi davranmak felaket yaratır.

Elbette faizin haram olduğuna inanan Müslümanların inançlarını takip edebilecekleri bir ortama, konumuz açısından bakıldığında, faizsiz finans işlemleri yapılabilen bir finans ortamına ihtiyacı var. Türkiye bunu zaten gerçekleştirdi. Katılım bankaları bu ihtiyaca cevap veriyor ve bu sayede hem bu vatandaşlarımızın inancını yaşayabilmesi hem de atıl kalma ihtimali bulunan kaynaklarının ekonomik süreçlere dâhil olması  iyi oluyor. Bununla yetinmeyip, inanç öyle dediği için tüm ekonomiye zararlı olduğu düşüncesiyle faiz kurumunu tümden budamaya veya sisteme piyasada karşılığı- işlerliği olmayan faiz oranları empoze etmeye kalkışmak gelecekte bugünlerin mumla aranmasına yol açacak sorunlar yaratabilir.

12 Eylül 2019

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et