Toplumda büyük bir gerilim ve kutuplaşma var.
Kürt Türk, Alevi Sünni, Laik anti laik, Erdoğan sevdalıları ve Erdoğan düşmanları … fay hatları gittikçe geriliyor. Bir depremin olması kaçınılmaz görünüyor. Yeni bir Gezi sürecinin hazırlıklarının yapıldığı bilgileri sızıyor. Sayın cumhurbaşkanının bu istihbarî bilgiden dolayı, oluşacak sokak eylemlerinin önünü kesmek için bir kaç ay önceki “Akademisyenlerin bildirisine” çok sert tepki verdiği ifade ediliyor. Akademisyenlerin birçoğunun üniversitelerle ilişkisi kesildi, yargılamalar devam ediyor.
Geçen aylarda Artvin Cerrattepedeki maden ocaklarına karşı direniş için de ikinci Gezi için bir prova olduğu degerlendirmesi yapıldı.
Son günlerde lise mezuniyet törenlerinde dikkati çeken eylemler var. İstanbul’daki tarihî liselerde yapılan yönetim değişiklikleri, bu liselerde ciddi tepkilere yol açtı. Liselerde meydana gelen protestolar dalga dalga yayılıyor.
Sayın cumhurbaşkanının, Gezi eylemlerine sebep olan topçu kışlası inşasını tekrar gündeme taşıması da fay hattında basıncı arttırdı.
Güneydoğuda yerle bir olan şehirler, viran olmuş haneler ve yürekler; 5-6 bin militan, bine yakın güvenlik güçlerinin bu “hendek savaşlarında” yok olup gitmesi; 500 bin insanın yerinden yurdundan olması ayrı bir dram ve toplumsal tehlike…
Peki neden bu problemler?
Cumhuriyetin kuruluşunun “ulus devlet” modeliyle tek parti yönetimi ve resmî ideoloji zeminine oturması sorunların başlangıcı olarak değerlendiriliyor.
Ardından gelen 27 Mayıs 1960 ihtilali, 12 Mart 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesi, Türkiye’nin “demokratik cumhuriyete” evrilmesini geciktirdi.
12 Eylül darbesinin faşizan anayasası ve onun YÖK, MGK gibi kurumları hâlâ ayakta. Bunların kaldırılacağı sözü, hâlâ yerine getirilemedi. Seçim yasası ve antidemokratik seçim barajı yerli yerinde…
AK Parti iktidarlarının ilk yıllarında ciddî demokratikleşme adımları atıldı.
Darbe zihniyetli sivil askerî oligarşik yapı bu değişimle “iktidarını” kaybedeceği için Ak partiyi devirmek üzere birçok yolu denedi. 27 Nisan e-muhtırası bunun bariz göstergesiydi. Bu hamleler demokratik güçlerce geri püskürtüldü.
Lakin, Ak Parti iktidarı gerçek anlamda iktidar olunca, mağdurken mağrur olmaya başladı. Bütün kurumlar iktidar tarafından ele alınınca muhaliflere karşı tahammülsüz yaklaşımlar baş gösterdi.
Ak Partinin “devletleştiği”, “Siyasal İslamcı Kemalistlerin” ortaya çıktığı tezleri ileri sürülmeye başlandı. 1950 öncesi tek parti anlayışı, son yıllarda tekrar tedavüle sokuldu…
Her sorunun çözümü başkanlığa endekslendi. Türkiye’nin kaderi başkanın kaderine kilitlendi. Mevcut yönetim anlayışıyla, “tek adam”lığa doğru gidildiği kanaati hâkim oldu. Halkın çoğunluğu, başkanlığın ülkeyi diktatörlüğe götürebileceği endişesi taşıyor.
Bütün seçimlerin, Kürt sorununda 90’ların güvenlikçi politikalarına dönüşün başkanlık hesapları için olduğu dillendiriliyor. Oluşan milliyetçi dalgayla oyların arttırılabileceği hesapları şimdiden tutmuş da görünüyor.
Muhalif gazeteci, aydın, sanatçı ve farklı partilerden olan işadamları baskı altında hissediyor kendilerini.
Ülkenin resmî politikalarına muhalif görüşler, en yetkili ağızlardan “ihanet” olarak değerlendirilip bazı medya organı destekleriyle linç kampanyalarına dönüştürülüyor.
Yönetim, “tarafını seç” dayatmasıyla toplum “bizler” ve “diğerleri” olarak ayrıştırılıyor.
Gazeteciler tehdit edilip dövülüyor… Nazi Almanya’sında Yahudilerin kapılarına işaret konulması gibi, bazı aydınların bildirisi üzerine kapılarına tehdit kâğıtları asıldı. Davalar açıldı, gözaltılar yapıldı. Avrupa Birliği’ne aday bir ülkede olmaması gereken resimler bunlar. Gerçi, AB projesi de sorgulanmaya başlandı, bu da ayrı bir kaygı mevzuu. Türkiye yönünü Batı’dan Doğu’ya mı çeviriyor endişeleri başladı…
“Dindar nesil istiyoruz ve yetiştireceğiz” söylemleri de toplumun bir kesimince, “yaşam biçimine karışma” ve “dayatma” olarak değerlendirilerek, laikliğin ileride kaldırılacağı kuşkularını yarattı.
Anayasa çalışmalarında, sayın Meclis başkanının, “dindar anayasa” vurgusu yapması da laikliğin tehdit altında olduğu kuşkularını güçlendirdi ve korkuttu.
Diğer yandan Türkiye’nin dış siyasetinin etrafımızda “düşman” komşular oluşturduğu bir gerçek. Mültecilerin toplumda yarattığı belirsizlik, kaygı ve tedirginlik de gerilimi arttıran başka bir neden.
Neticede toplum yüzde elli elli ikiye bölünmüş durumda. En üzüntü verici olanı ise, iki parçaya da hitap edecek, kucaklayacak bir kurumun kalmayışıdır. Toplumun yüzde ellisi kaygı, korku, ülkesine yabancılaşma, kızgınlık, öfke içerisinde ve mutsuz. Bazıları “başını alıp” bu ülkeden gitmek istiyor. Ülkemizin selâmeti için bu kutuplaşmanın giderilmesi elzemdir. Bunun yolu da, toplumun bütün katmanlarını kucaklayacak bir yönetim anlayışıdır. Mutlu yüzde elliyi iktidar için yeterli gören anlayış ülkenin hayrına değildir. Velev ki, “mutsuz yüzde elli” yanlış bir algı içerisinde olsun yönetimin görevi bu algıyı düzeltecek politikalar geliştirmektir.
Türkiye, her fikrin özgürce serdedileceği özgürlükçü bir ülke olmalıdır. Sorgulayan, eleştiren, araştıran, bilim üreten, ülkesinin değerlerine hâkim ve çağdaş dünyayı takip eden nesiller yetiştirilmelidir. Bu şekilde bilim, teknoloji üretilip, ekonomik zenginlik elde edilebilir. Refahın adil bir şekilde dağıtıldığı ülkelerde ekonomiden kaynaklanan sorunlar minimuma iner.
Ülkemizin selâmeti barış, adalet, düşünce özgürlüğü, evrensel insan hakları, hukukun hâkim olması, ekonomi ve eğitimde fırsat eşitliğiyle sağlanabilir…