Türkiye’de Kemalist rejimin vesayetçi karakterine ilişkin olarak iki görüş vardır. İlkine göre, Kemalist kadro, halk üzerindeki vesayeti geçici bir süre için öngörmüştür. Vakti geldiğinde vesayet sona erecek, demokratik bir rejime geçilecektir. İkincisine göre ise, Kemalist rejimde vesayet geçici bir süre için ihdas edilmiş değildir. Aksine Kemalistlerin gayesi, vesayeti daim kılmak ve yönetimi her zaman halk adına doğru kararlar vereceği düşünülen kişi, parti ve kurumların eline vermektir.
İlk görüşün sahipleri -ki aralarında Tarık Zafer Tunaya, Ergun Özbudun, Bülend Daver, Metin Heper, Faroz Ahmed gibi isimler bulunur- Kemalizmin esas hedefinin liberal bir demokrasiyi kurmak olduğunu söylerler. Ama halkın içinde bulunduğu koşullar buna imkân tanımaz. Halk ekonomik, sosyal ve siyasal olarak demokratik bir yönetime hazır değildir; kendisi için menfaatinin nerede olduğunu bilmez. Bu sebeple bir süre ona “vasilik etmek” gerekir. Bilgi ve erdem sahibi olanlar, halkı -onun yararına- yönlendirmeli, eğitmeli ve yetiştirmelidir. Halk, “geri”dir; onun “ilerletilmesi” gerekir. Demokrasiye uyum gösterecek düzeye geldikten sonra, rejim demokrasiye kendiliğinden geçecektir. Nitekim II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan da budur.
Fakat ikinci görüşün sahipleri, bu yaklaşımın isabetli olmadığını belirtirler. Mesela Levent Köker, “demokrasiye geçiş” hedefinin tek parti yönetimini meşrulaştıran bir işlev gördüğünü ama Kemalizmin gerçekte böyle bir hedefinin olmadığını belirtir.
İki zihniyetin mücadelesi
Devletin kuruluş aşamasında iki fikir çarpışır: Bir tarafta halkın kendi kendisini yönetmesi gerektiğini savunanlar, diğer tarafta ise halkın kendileri tarafından yönetilmesini isteyenler vardır. İki fikir arasındaki mücadele halkın kendini yönetmeye ehil olmadığını savunanlar tarafından kazanılır. Böylece çeyrek asır boyunca hüküm sürecek tek-parti rejimi kurulur. Tek parti yönetimi hızlı bir şekilde programını uygulamaya geçirir; ekonomik, sosyal ve siyasal alanda tasarımladığı “yeni toplum”u kurmak için zora başvurur ve ülke içindeki bütün farklı sesleri susturur.[1]
Bu rejim, 1945’ten sonra çok-partili bir siyasi düzen geçiş yapar. Ama bu geçişte Kemalist kadronun “artık demokrasinin zamanı geldi” düşüncesinden çok iç ve dış koşullar etkili olur. Kemalistler halkın yeterince olgunlaştığı kanaatinde değillerdir. Keza demokrasi hasretiyle yanıp tutuştukları da söylenmez. Lakin hem içteki huzursuzluk, hem de dışta dünyanın aldığı hal ve oluşan yeni denge, Kemalist rejimi bir tercihte bulunma zorunluluğuna iter. [2] İç ve dış şartların zorlamasının neticesinde Türkiye seçimini Batı’dan yana yapar ve bunun bir sonucu olarak da çok-partili bir yaşama geçilir.
Huzursuz demokrasi
1950’de ilk serbest seçimler yapılır. Halkın tek partiden sıdkı sıyrılmıştır. CHP’ye duyulan rahatsızlık sandıkta ifadesini bulur, DP ezici bir zafer kazanır. Yeni Meclis, Celal Bayar’ı cumhurbaşkanı seçer, halk arasında büyük bir popülariteye sahi olan Adnan Menderes ise başbakan olur.
Yeni parlamento ve hükümet, eskisinden nitelik olarak çok farklıdır. DP milletvekillerinin ağırlıklı bir kısmının bürokratik ve askeri bir geçmişi yoktur. DP grubu, çoğu ticaretle uğraşan, genç ve seçildikleri bölgelerle sıkı irtibatları olan kişilerden oluşmuştur. Türkiye’nin seçkinleri parlamentoda azınlığa düşmüş, iktidara seçkinlerin hep küçümseyerek baktıkları toplumsal grupların temsilciliğini üstelenen bir parti gelmiştir.
Menderes Hükümeti, kırsal kesimin durumunu iyileştirmeyi hedefleyen bir politika izler. Tarımda modernleşmeye hız verir, çiftçilerin çıkarlarına öncelik verir, karayolları ağıyla memleketi ilk kez gerçek anlamda birbirine bağlar, köyleri dışarıya açar. Uygulanan politika meyvesini 1954 seçimlerinde verir, halkın DP’ye verdiği destek büyür ve genişler.
İktidarın değişimi ve zaman içinde DP’nin gücünün tahkimi, gerilimi kaçınılmaz kılar. Gerilim DP’yi de yanlışlara sevk eder, bazı anti-demokratik uygulamalara imza atmasına neden olur. Bilhassa yaşanan birtakım ekonomik sorunlar nedeniyle DP’nin oylarının bir miktar gerilediği 1957 seçimlerinden sonra muhalefet yoğunlaşır. Öteden beri DP’den hazzetmeyen bürokrasi ve ordu içinde DP’ye karşı hareketlenmeler artar, aydınlar ve üniversite camiası da buna destek verir. DP vesayeti sarsmış, sistemde bir gedik açmıştır. Sarsıntının giderilmesi, gediğin kapatılması lazımdır. Asker bu görevi üstlenir, 27 Mayıs’ta darbe yapar, halkın doğrudan seçtiği ilk sivil hükümet olan DP’yi alaşağı ederek yönetime el koyar. Böylece huzursuz da olsa 10 yıldır devam eden demokrasi macerası noktalanır.
Darbeye sevinenler ve üzülenler
Darbe, sadece Ankara ve İstanbul’da sevinçle karşılanır. Bu iki kentte özellikle öğrenciler ve aydınlar darbeyi selamlar ve bayram ilan ederler. Ne var ki ülkenin diğer kentleri bu sevince ortak olmaz. Özellikle “merkez”in dışında, darbecilere rahatsız verecek boyutta derin bir sessizlik vardır. Darbe; “kardeş kanının akmasını önlemek”, “demokrasiyi kurtarmak” ve “Atatürk inkılaplarını korumak ve devletin onuru ve prestijini yeniden tesis etmek” gibi gerekçelerle meşrulaştırılmaya çalışılır.[3] Hukuk profesörleri, darbenin haklılığına dair fetvalar verirler.
Ancak bunlar toplum vicdanında makes bulmaz. Darbenin idam sehpasına yolladığı Menderes’e ve arkadaşlarına duydukları sevgilerinde bir eksilme olmaz. Darbecilerin tüm o cerbezeli sözlerine prim vermez, darbenin kendisine karşı yapıldığını anlar. “Hasoların Memoların iktidarı” diye aşağılananın ve “düşükler, kuyruklar” olarak tanımlananın aslında kendisi olduğunu bilir ve 27 Mayıs’ın iktidarı kendisinden alıp belli bir zümrenin eline vermek ve vesayeti sürekli kılmak için yapıldığı gerçeğini hafızasına nakşeder.
Gerçekten de 27 Mayıs, vesayeti kurumsallaştırır ve sürekli hale getirir. Vesayet, Cumhuriyetin kuruluşundan beri rejimin bünyesine hâkim olan esas niteliktir. Bununla birlikte, İnsel’inde dikkat çektiği gibi, vesayetin kurumsallaşma düzeyi bakımından 1960 öncesi ile sonrası arasında bir ayrım yapılmalıdır:
“Bu vesayetin Ulu Önder’in ve Milli Şef’in şahıslarıyla ilgili olmaktan çıkarak kurumsal olarak açıklığa kavuşması 1960 askerî darbesinden sonra gerçekleşti. 1960 öncesi daha çok fiili vesayet rejimi, 1960 sonrası ise kurumsal vesayet rejimi olarak kabaca ikiye ayrılabilir.”[4]
Yoldan çıkan halka karşı ordu
27 Mayıs’tan sonra kurulan düzenin başat iki özelliği var: Bir, bu sistem halka ve halkın oyuna duyulan güvensizlik duygusu üzerine inşa edilir. Bunun için de hem 1961 ve 1982 Anayasalarına demokrasiye aykırı nitelikleri bariz vesayet mekanizmaları yerleştirilir. İki, halkın yoldan çıkmasına karşı bir önlem olarak ordu sistemin içinde özerk ve imtiyazlı bir pozisyona getirilir. Silahlı kuvvetlere temsili demokrasinin esaslarıyla bağdaşmayan bazı önemli ayrıcalıklar sunulur. Böylece kurum olarak ordu, seçilmiş organların izleyecekleri politikalar üzerinde -sivil yönetime geçişten sonra da- etkili bir hale getirilir.[5]
Ordu, Cumhuriyetin kurucusu ve Cumhuriyet değerlerinin taşıyıcısıdır; eğer bu değerlerin tehlikeye düştüğüne kanaat getirdiğinde sistemi düzeltmek için harekete geçmekten imtina etmeyecektir.
Doğrusu ordu, kendisine biçilen -veya kendisine biçtiği- bu misyonu layıkıyla yerine getirdi. 1960’dan sonra 1971’de, 1980’de, 1997’de ve 2007’de bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak sisteme müdahale etti. Kendi kendisini idare etme yeteneğinden mahrum olduğunu düşündüğü Türkiye halkını hizaya soktu. Böylelikle vesayet, tek parti dönemiyle sınırlı kalmadı, kalıcı bir rejim tipine dönüştü. [6]
Ancak son 10 yılda bu vesayet sistemini zayıflatan iki önemli gelişme yaşandı. Biri, 2007’de hükümetin, ordunun verdiği muhtıraya karşı dik durmasıydı. Böylece vesayetçi güçlerin cumhurbaşkanlığı üzerinden mevzi kazanmalarının önüne geçildi. Diğeri ise 2010 referandumuydu. Halk, verdiği oylarla vesayeti bir nebze geriletti. Fakat vesayet sistemi tümüyle ortadan kalkmadı. Anayasası ve birçok temel yasasıyla bu vesayet düzeni halen ayakta duruyor. Ülkenin demokratikleşmesi için bu rejimden tümüyle kurtulması gerekiyor.
27 Mayısçı muhalefet
Bu noktada muhalefete dair de bir-iki söz söylenmeli. Demokratik olma iddiasındaki bir muhalefet, 27 Mayıs’a ilkesel olarak karşı durur, durmalıdır. Zira her askerî darbe, demokrasinin çanına ot tıkarken halkın ekmeğine de el koyar.
Ancak gelin görün ki bugün bile bazı çevreler -ki bunların anamuhalfet partisi içinde de uzantıları var- “27 Mayıs ruhunu” hep canlı tutmaya çalışıyorlar. Eylem ve söylemleriyle 27 Mayıs öncesi muhalefetin ayak izlerini takip ediyorlar. Merkez sağdan gelen tüm liderlere (dün Özal’a, bugün Erdoğan’a) sürekli “Menderes’in sonunu” hatırlatıyorlar. Lafa gelince son derece demokratlar ama demokratik sözcüklerin cilasını kazıyınca yeni bir 27 Mayıs’a umut bağladıkları net biçimde açığa çıkıyor.
Bugün Türkiye’de bir askerî darbe olsa, bu grupların karşı tavır almak şöyle dursun, darbe savunuculuğuna gönüllü yazılacakları, daha siyaseten doğrucu olan bazılarının ise ona mazeret üreteceği belli.
Yani 27 Mayıs’ı bütünüyle bitirmek o kadar kolay değil. 27 Mayıs’tan çıkmak için yapılması gereken yığınla iş ve alınması gereken çok mesafe var.
Ve 27 Mayıslardan 12 Eylüllerden utanç duymayan bir zihniyet sorunumuz var ve bu ülkedeki can sıkıcı siyasi ahlak sorunumuza işaret ediyor.
Bu zihniyet ve ahlaktan kurtulmak zorundayız. Ne kadar çabuk olursak, bizim için o kadar iyi.
[1] Vesayet kavramı açısından Kemalizm-Demokrasi ilişkisinin geniş bir değerlendirmesi için bakınız: Levent Köker; Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İletişim Yayınları, s. 211-231.
[2] SSCB, 1945’te süresi dolan Dostluk Antlaşması’nı yenilemeyeceğini Türkiye’ye bildirir ve anlaşmanın yenilenmesi için bazı şartlar öne sürer. Bunlar, 1878-1918 arasında Rusya’ya ait olan yerlerin SSCB iadesiyle iki ülke arasındaki sınırın düzeltilmesi ve İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı bölgesinde Karadeniz’in korunması için müşterek bir Türk-Rus savunma gücünün kurulmasıdır. Türkiye, bu istekler karşısında kendini tehdit altında hisseder. Ayrıca SSCB’nin Doğu Avrupa’da uyguladığı politika karşısında endişeye düşen Batı Avrupa ülkeleri ve ABD, Türkiye’nin Batı Bloku içinde yer almasını ister. Türkiye’nin çok partili siyasi düzene geçişini tetikleyen iç ve dış sebepler için bakınız: Erik Jan Zürcher; Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, s. 299-317.
[3] 27 Mayıs’ı meşrulaştırmak için ileri sürülen argümanlar ve daha sonraki siyasal gelişmeler için bakınız: Kemal Karpat, Osmanlı’dan Günümüze Kimlik ve İdeoloji, Timaş Yayınları, s. 111. vd.
[4] Ahmet İnsel; Vesayet Rejiminin Sonu ve Sonrası, Birikim, Sayı 251-252, Mart-Nisan 2010,
http://www.birikimdergisi.com/birikim/dergiyazi.aspx?did=1&dsid=389&dyid=5753
[5] Serap YAZICI; Yeni Bir Anayasa Hazırlığı ve Türkiye: Seçkincilikten Toplum Sözleşmesine; Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2009, İstanbul, s. 34–35.
[6] Levent Köker; Sivil Vesayet Kavramının Anlamsızlığı, Zaman, 14.01.2010.