Liberalizmin sosyalistler, refah devleti savunucuları ve her çeşit kollektivist tarafından eleştirilmesi hem doğaldır, hem de liberalizmin dogmalaşmaması açısından gerekli ve yararlıdır. Ancak, maalesef, çoğu zaman, liberalizm eleştirileri, liberal felsefenin köklerinden ve çağdaş açıklamalarından habersiz olarak yapılmaktadır. Bu tür eleştiriler bazen hiçbir liberal yazara referans vermeden ya da karşılaştırmalı bir yaklaşımla farklı çözüm önerileri veya bakış açılarını karşılaştırmadan bitivermektedir. Bu tarz eleştirilere güzel bir örnek Hürfikirler’de 13 Temmuz 2007 tarihinde yayımlanmıştır. Doğan Gürpınar’ın “İki Tarz-ı Liberteryenizm” başlıklı yazısı belirttiğim noksanlıklarla maluldür. Liseli gençlerin Ayn Rand ile ilk kez karşılaşmalarının verdiği heyecanla ürettikleri tutarsız ve iyi kavranılmamış felsefe kırıntılarını liberteryenizmin kendisi sanan Gürpınar, tamamen sosyalist bir jargonla liberteryenizmi eleştirdiğini sanmaktadır. Gürpınar’ın eleştirilerinin merkezinde çok popüler bir iddia var: Liberalizmin / liberteryenizmin sosyal meseleyi anlamaktan yoksun olduğu ve gerçeklikten kopuk veya ütopik bir otonom birey anlayışını savunduğu.
Gürpınar kendi diktiği korkuluğu liberteryenizm sanıp dövdüğü için öncelikle liberteryenizmin nasıl ortaya çıktığı ve temellerinin neler olduğuna kısaca değinmek gerekmektedir. Liberteryenizmin hikayesi 1960’larda Amerika’da başlar. Amerika’da “liberal” kelimesinin otantik anlamından uzaklaştırılarak, sosyal adaletçi, müdahaleci politikaları tanımlamak için kullanılmaya başlamasının ardından, klasik liberaller kendilerini tanımlayacak yeni bir isim üzerinde uzlaşma gereği hissetmişlerdir. İlk defa Leonard Read tarafından 1950’de kullanılan liberteryenizm kelimesi Amerika’daki klasik liberalleri ve minimalistleri çabucak cezbetmiştir. Bu anlamda aslında liberteryenizmi klasik liberalizmin Amerika menşeli diğer bir adı olarak görmek mümkün. Ancak, liberteryenler genellikle, bireysel hürriyetleri ve sınırlandırılmış devleti tavizsiz bir şekilde savundukları için, Amerika’daki liberter hareketin öncüleri olmalarının liberteryenizmin klasik liberalizmden farklılaşmasına katkıda bulunmuş olduğu söylenebilir. Ama, bu liberter tutumun pek de yeni bir şey olmadığını vurgulamak gerekir. Smith, Ricardo, Mill gibi klasik filozofların yanında, onlardan çok daha radikal bir şekilde fikirlerini savunan Say, Bastiat, Molinari, Spencer gibi 18. ve 19. yüzyılda yaşamış filozoflar da vardır ve bu filozoflar 20. yüzyılda yaşamış olsalardı rahatlıkla liberteryen veya anarko-kapitalist olarak isimlendirilebilirlerdi.
Liberteryenizm temelde siyasî bir felsefedir ve tabiî ki insanın doğal özelliklerine ve sosyal hayatın yapısına ve evrimine ilişkin temel kabulleri vardır. Liberteryen sosyal analizin temelinde birey bulunmaktadır. Yalnızca bireyler tercihte bulunabilir, hisseder ve tepki verebilirler ve bu yüzden eylemlerinin sorumluluğunu da sadece kendileri üstlenebilirler. Metodolojik bireycilik olarak adlandırılan bu yaklaşım yanında, her bir bireyin insan olmasından kaynaklanan doğal, aşındırılamaz haklarının olduğu varsayımıyla onu temel beşeri varlık olarak ele alan ontolojik bireycilik de bazı yazarlar tarafından savunulur. Her birey kendi başına bir amaçtır ve hiçbir kollektif amaç uğruna bireyin bir araç olarak kullanılması meşru değildir. Bu önkabuller kollektivistler için akıl almazdır, hatta terörize edicidir. Onlar için merkezi bir idarenin kontrolünde yönetilmeyen ya da kapsayıcı bir ahlâk (?) sistemini zorla kabul etmek mecburiyetinde bırakılmamış kitleler, sınıflar anomiye düşmekten kurtulamaz. Kollektivistler, toplumun, toplumsal düzenin, insan haklarının, özel mülkiyetin kanun koyucunun yasalarının sonucu olarak ortaya çıktığını zannederler. Sınırlı akıl yürütmelerinin ötesine geçen her düzeni ve oluşumu korkuyla karşılayarak, reddederler. Kollektif bir amacın etrafında birlik olmamış insanlar genelin iyiliği için feda edilmelidirler. Eğer tek bir doğru hayat şekli varsa bunu uygulama ihtimalini “insancıklar”ın iradelerine bırakmak büyük bir hatadır. Bu “yüce” kollektivistler, insanlığın görmüş olduğu en büyük katliamları yapmalarına rağmen, gönülleri rahat bir şekilde, kendilerini, hayatlarını topluma feda etmiş soylu kurtarıcılar olarak görmüş ve takdim etmişlerdir.
Peki bir liberteryen toplumu nasıl görür? Onun için insan sosyal bir varlıktır. Toplumun dışında insan varlığını düşünmek anlamsızdır. Akıllı varlıklar olarak insanların durumlarını iyileştirmek ve hayatlarını anlamlandırmak için diğer insanlarla etkileşime girmek, mübadelede bulunmak ve iş bölümü yapmak gibi doğal eğilimleri vardır. Sosyal kurumlar ve düzenler binlerce yılda, milyarlarca insanın katkılarıyla evrimsel bir sürecin sonucunda meydan gelmişlerdir ve işleyişlerinin ve oluşumlarının karmaşıklığı herhangi bir insanın zihinsel kavrayış sınırlarının ötesindedir. Dolayısıyla, insan hakları ve toplumsal kurumlar kanun koyucunun iradesiyle doğmuş değildir. Bunlar, bilakis, ondan öncedir ve ondan üstün bir değeri haizdir.
Bu sonuca Locke gibi doğal haklar teorisini takip ederek ya da Hume, Mises, Hayek gibi ampirist ve genel faydacı bir yolu kullanarak ulaşabiliriz. Hangi yolu takip edersek edelim, bu tür bir sosyal teori aklın sınırlarını kavrayamamış kurucu rasyonalistler için anlaşılmazdır. Negatif özgürlükleri korunan ve kişisel tercihlerini takip eden insanların, merkezî büyük bir planın parçası olmadan, genel refahı ve toplumsal düzeni yaratıyor olmaları kollektivistlerin tahayyül sınırlarının dışındadır. İnsanların belirli kültürel kalıpların ve sosyal formların içine doğuyor olmaları, onların hayatları üzerindeki kontrollerinin olmadığı anlamına gelmez. Bireylerden yola çıkarak sosyal süreçleri anlayamayız ve kendi hayatı üzerinde denetime sahip insan tipi gerçek değildir, önkabulleriyle toplumu baştan sona yeniden yaratmayı öneren kurucu rasyonalist mantık ölümcül hatalar içermektedir. Mükemmel toplum tasavvurlarının hayata geçirilmesi, bireyi büyük bir parçanın sıradan/değersiz parçası olarak görerek onu ezmekten kendini koruyamayacaktır.
Kollektivist sosyal teori toplumsal katmanlar arası geçişliliğin yasaklandığı ve insanların atalarınkinden farklı bir hayat beklentisi içinde olmadığı aristokratik sistemi ya da kast sistemini açıklamak için kullanılabilir. Ama, bu sistemleri açıklarken bile, toplumsal süreçlerin gelişiminin sadece maddi şartlar tarafından şekillendiğini zannetmek bir hatadır. Bu süreçlerin ve kurumların, başta işbölümü olmak üzere birçok farklı etkenin doğurduğu zihinsel gelişmelerin bir neticesi oldukları gözlerden kaçırılmamalıdır. Eğer liberalizm toplumsal evrimi ve gelişmeyi sosyal teorisiyle açıklamamış olsaydı tarihî toplumsal yükselişleri ve hayat standartlarının dönem dönem iyileşmesini şansa ya da yanlış teorilere bağlayacaktık. Ve daha da önemlisi süreklilik yakalamış toplumsal ilerlemeyi hiçbir zaman başaramayacaktık. Örneğin, Sovyetler Birliği, kapitalizm olmasaydı ilkel hayat formlarına hızla dönmeye devam ederek barbarlığını devam ettirebilirdi. Ama, kapitalizmin ve liberal sosyal teorinin olduğu her yerde kollektivist propagandalar kendilerini bir meydan okumayla karşı karşıya bulmaktadır. Ancak, gelecek mutlak anlamda belirlenmiş değildir ve Mises’in de belirttiği gibi, “Tarih iki ilke, -yani ticaretin gelişimini ilerleten barışçıl ilke ile insan toplumunu sadece arkadaşça bir işbölümü olarak değil aynı zamanda üyelerinin bir kısmının diğerleri tarafından zora dayalı baskı altında alınması olarak değerlendiren askerî-emperyalist ilke- arasındaki bir mücadeledir.”
Şimdi liberteryenizmin “değer”e bakış açısını kısaca inceleyebiliriz. Gürpınar’ın sunduğunun aksine liberteryenizm temelde siyasi bir projedir ve ana hedefi bireylerin tüm hayatlarını ona göre şekillendirecekleri değerler ya da kurallar yaratmak değil, devlet faaliyetlerini sınırlandırarak her bireyin içinde doğduğu veya sonradan benimsediği ahlâk anlayışını ve hayat biçimini diğerlerinin eşit haklarına zarar vermeden yaşamasını sağlamaktır. Her birey kendi hayatını yaşama ve mutluluğu arama hakkına sahiptir. Bu, liberteryenizmin her türlü sosyal ve siyasal değeri reddettiği anlamına gelmez. Bu, insanların gönüllülüğe dayalı toplumsal kurumlarda istedikleri gibi yaşayabilecekleri ve istedikleri ahlaki kodları benimseyebilecekleri anlamına gelir. Liberteryen, muhafazakâr gibi devletin insanların özel hayatlarını kapsamlı ahlak kodlarıyla şekillendirmesini istemez. Liberterteryen değer anlayışı sübjektivisttir. Bu sübjektivizm, iyi ile kötü, doğru ile yanlış arasında herhangi bir tercihe dayanak vermeyen nihilist bir anlayış değildir. Sadece, toplumdaki herkesin kendi hayat tarzını ve değer yargılarını koruyarak, başkalarının haklarını gasbetmeden, barış içinde yaşamasını amaçlayan bir çerçevedir. Liberteryen, bireysel tercihlerden tamamen bağımsız olarak tanımlanan kollektif değerleri -sosyalizmin, faşizmin ya da herhangi bir totaliter sistemin buyrukları gibi- reddetmekle birlikte, insanların bazı ortak değer yargılarında anlaşmaya varmalarını doğal karşılar. Objektivizm bile, objektif değer yargılarının varlığını iddia etmesine karşın, topluma atfedilecek kollektif amaçların bulunmadığını savunması anlamında sübjektivisttir. Yani, liberteryen subjektivizm bireysel değerlerin sorgulanamaz olduğunu değil, yalnızca, bir değerler çoğulculuğunun olduğunu ve kolektif tercihlerin ancak bireysel tercih ve değerlerden hareket ederek oluşturulabileceğini savunur. Zora dayalı değer dayatmalarına ve tek tipleştirici politikalara karşı çıkar.
Liberteryenizm, bireysel hürriyetlerin ve özel mülkiyetin özgür bir toplum için gerekli çerçeve değerler olduğu iddiasındadır. Bu yüzden, liberteryenizm, kollektif zor kullanma gücünü en geniş şekilde sahiplenen devleti, özgürlükler adına sınırlandırmak ister. En büyük tehlike sınırlandırılmamış devlet faaliyetidir. Frederic Bastiat’nın da belirttiği gibi, “Devletten, özgürlük ve güvenlik dışındaki üçüncü bir talep, ilk iki talebi kaybetmeden kazanılamaz”.
Gürpınar’ın anti-liberal jargona uyarak “piyasa fetişizmi” olarak yaftaladığı piyasa ekonomisi savunusuna da değinmek gerekmektedir. Liberaller ya da liberteryenler piyasayı başlı başına bir değer olarak görmezler. Piyasa, herkesin kendi amaçlarını ve değerlerini gerçekleştirebileceği, özel mülkiyete, sözleşme serbestîsine ve kişisel olmayan ilişkiler ağına dayalı bir araçtır. Piyasa, belirli bir amaç istikametinde merkezî bir yönetime bağlı olmayan ve tek tek oyuncuların bütün sistemi etkileyemediği, kendiliğinden doğmuş bir düzendir. Devletin zora dayalı ve bireysel tercihleri ezen politikalarının karşısında, piyasa, gönüllü işbirliğinin ve değerler çoğulculuğunun kalesidir. Piyasa ile sınırlı olmamakla birlikte, piyasa ekonomisi dışında gelişebilecek herhangi bir sivil toplum yoktur. Liberalleri ve liberteryenleri “piyasa fetişizmi” ile suçlayanların laf kalabalığına sığınmayı bırakıp açık bir şekilde, bize, piyasa ekonomisinin yerine ne ikame edebileceğimizi göstermeleri gerekir.
Piyasa ekonomisi dışında mümkün olan tek sistem ekonominin merkezî yönetimidir. (Üçüncü yol sosyalizme giden kestirme bir yoldan başka bir şey değildir.) İnsanlığın teorik ve tarihsel birikimin ışığında, piyasa karşıtlarının çözmesi gereken üç büyük problem vardır. Birincisi, merkezî planlamanın iktisadî ve sosyal tüm kaynakları ve karar mercilerini elinde tutuyor olması sebebiyle, özgürlüğe yönelik en büyük tehlike olan güç temerküzünün ortaya çıkmasıdır. Piyasada yaşayabilen ahlâkî çoğulculuğun ve milyarlarca insan arasında dağılan gücün karşısında, her şeye hâkim ve her şeyi yöneten ceberrut devlet midir, piyasanın alternatifi. İkinci problem, müşevvik (incentive) problemidir. Kollektivistlerin zihinlerinde yarattıkları sosyal sistemlere karşın, liberalizm, kendiliğinden doğan sosyal sistemleri açıklamaya çalışır. Bu anlamda doğal bir sistem olan piyasa ekonomisi insanların sıkı ve etkin bir şekilde çalışmasını teşvik eder. Yapay sistemlerse, bireylerin kazancını kendilerine veren sosyo-ekonomik kurumları tahrip ettikleri, insanların sorumluluk duygularını zedeledikleri ve insanların kendi hayatları üzerindeki kontrollerini kırdıkları için, kısa sürede etkinsizlik, karmaşa ve sefaletle yüzleşmektedirler. Üçüncü problem, hesaplama problemi olarak biliniyor. Piyasa milyarlarca kararın aynı anda alınarak, uygulandığı bir sinir sistemi gibidir. Bu sistemdeki gönüllülüğe ve karşılıklılığa dayalı mübadeleler fiyatların oluşmasına, neyin ihtiyaç, neyin ihtiyaç fazlası olduğuna karar vermemize, böylece iktisadî hesaplama yapabilmemize imkân verir. Sosyalist sistemler fiyat mekanizmasını asla işletemeyecekleri için iktisadî hesaplama yapmaktan, yani etkin bir ekonomiye sahip olmaktan yoksundurlar. Kollektivistler bu sorunların hiç birine anlamlı çözümler bulabilmiş değildirler.
Gürpınar’ın literatüre bir katkı olduğunu sandığı (“İki Tarz-ı Liberteryenizm” gibi cafcaflı başlığa dayanarak söylüyorum) iki farklı liberteryenizm anlayışı, olsa olsa, en basitinden, liberteryenizmin temel kaynaklarını okumuş olmamaktan kaynaklanabilir. Liberteryen gelenek içinde gerçekten yaşanmış bir ayrışma, liberteryenizmi ahlâkî ilkelere göre savunanlarla, faydacı-evrimci bir şekilde savunanlar arasında yaşanmıştır. Örneğin, Hayek ve Friedman uzun bir süre Rothbardcılar tarafından sosyal devletle uzlaşmakla suçlandılar. Ancak, bugün bu tartışma kapanmış görünmektedir. Liberteryenler, artık, genellikle, her iki yolu da savunuları için kullanmaktadırlar. Gürpınar’ın iddia ettiği gibi bir liberteryen aldırmazlık yoktur. Sadece, liberteryen ilkelerle uyuşmayan popülist uygulamaları güçlü bir şekilde reddetme eğilimi vardır. Liberteryenler uzlaşma adı altında özgürlüklerden taviz verilmesini istemezler. Liberteryen ilkeleri totaliteryen bir şekilde savunma iddiasıysa, liberteryen felsefeyle hiçbir şekilde bağdaşmaz. Sanırım, Gürpınar, emperyalist neo-con’larla liberteryenleri karıştırmaktadır.
Gürpınar’ın yazısının ikinci bölümünde Türkiye analizine yer veriliyor. Bu bölümdeki iddialar hakkında da, aslında ciddiye alınır bir tarafları olmamakla birlikte, birkaç laf etme gereğini hissediyorum. Liberallerin Kemalizmi sol ile özdeşleştirerek, liberalizmle Kemalizm arasındaki karşıtlıktan kendilerini var etmeye çabaladıkları iddiası, herhalde ancak bir Kemalistin kendi küçük dünyasını tüm evren zannetmesinden kaynaklanabilir. Sosyalizm evrensel bir ideolojidir. Bir sosyalist hayatına anlam katacak her ilkeyi sosyalizmde bulabilir ve bu ilkelerin dünyanın her yerinde uygulanabileceğini iddia edebilir. Kemalizmi sosyalizmle özdeş kabul etme düşüncesi bile Kemalizmin abartılması ve sosyalizme bir haksızlık yapılması anlamına gelir. Liberaller içinse Kemalizm, sadece, Ortadoğu’daki diğer yerel resmi ideolojilerden biridir. Liberallerin Kemalizmi ısrarla eleştirmesinin sebebi tabiî ki, ona dayanan mevcut siyasî yapılanmanın hayatımızı devamlı etkiliyor olmasıdır. Bir liberal, elbette, inandığı bütün değerlere yaşadığı ülkeye hâkim resmi ideoloji tarafından saldırıldığını gördüğünde, bu ideolojiye karşı çıkacaktır. Bu ahlâkî tavrı, klişeleşmiş Kemalist bir tutumla, bireysel bir kararın, sosyolojik bir gerçekliğin karşılığı olarak değil de, duygusal bir takıntının karşılığı olarak görmek ve aklınca küçümsemek, önemli bir hatadır. Şahsen sosyalist ya da faşist çok Kemalist görmekle birlikte, gerçekten sosyalist “âdil” bir düzenin varlığından umudunu kesmemiş hiçbir solcu Kemalist görmediğimi belirtmem gerek. Üç asırlık büyük bir felsefî geleneğin mirasçılarının ancak yerel bir ideolojiye karşı tavır koyma sayesinde kendilerini var ettiklerini iddia etmek, nasıl bir körlüğün neticesidir anlamak zor. Bugün, Türkiye’de liberalizm, insan hakları, piyasa ekonomisi, özgürlükçü demokrasi, anayasal yönetim, hukuk devleti gibi terimlerin anlamları Kemalistler ve sosyalistler tarafından yozlaştırılamadıysa ve hâlâ bu kavramların otantik anlamları korunabiliyorsa, bu, büyük oranda Liberal Düşünce Topluluğu’nun azimli mücadelesi sayesindedir.
Türkiye’de 1970’lerde liberteryenizm kelimesini duymuş olanların sayısının bir elin parmağını geçmeyeceği aşikârdır. Hatta, o yıllarda “ben liberalim” diye gezenlerin ya hiç olmadığı ya da çok küçük bir azınlık teşkil ettiğine şüphe yoktur. Bugün gençler arasında hızla yayıldığı iddia edilen radikal liberteryenizm ise yine birkaç üyeden oluşan birkaç küçük grupta konuşulup, tartışılmaktadır. Kantçı otonom bireyi tüm hatalarıyla kabul eden gençler bulmak olasıdır. Ancak bu gençlerin Kant’tan haberdar olmamaları daha büyük bir ihtimaldir. Ayn Rand’a hastalık derecesinde bağlananlarla zaman zaman karşılaşıyorum. Ama bu gençlerin düşüncelerini referans alarak liberteryenizm eleştirisi yapan ve Türk siyasî tarihinde liberteryenizmin izlerini arayan biriyle ilk kez ve hayretle karşılaşıyorum.
Yazımın başında da belirttiğim gibi, birincil kaynaklara gidildiğine dair hiçbir işaret vermeden yapılan ve bazı iddiaları sanki onlar liberaller tarafından hiç cevaplandırılmamış gibi kullanan kollektivist eleştiriler sahiplerinin sandığının tersine ne yeterince derindir ne de düşünceyi teşvik edecek ölçüde anlamlıdır. (Liberteryenizmle ilgilenenlere Liberal Düşünce Dergisi’nin son sayısını öneririm.) Farklı ideolojik angajmana sahip kişilerin, sözüm ona liberalizmden etkilenmiş de olsalar, konu liberalizm ya da kapitalizm olunca her zaman ve ısrarla sosyalist eleştirileri sıralıyor ve kabul ediyor olmalarının sebebi, sosyalizmin Türkiye’nin entellektüel ortamdaki baskın etkisinden kaynaklanmaktadır. Muhafazakârı, milliyetçisi, sosyal demokratı, Kemalisti hep bir mahcuplukla sosyalizmin üstünlüğünü kabul ediyor. Sosyalizm üzerine leke yapışmayan bir kumaş gibi, eleştirilemez şekilde entellektüel ortamda egemenliğini sürdürüyor. Sosyalizm karşısında hiç bir mahcubiyet yaşamayan liberaller ise, her türlü kollektivizme ve totaliterliğe karşı özgürlüğü savunmaya devam ediyor. Bu yüzden, özgürlük felsefesinden pek nasiplenmemiş bu tür eleştirileri akıntıya teslimiyetin ve erken kifayet duygusunun doğal yansımaları olarak karşılamak gerekiyor.