Özgürlükle ilgili en anlamlı ve yararlı tartışmaları istisnaî ve aykırı olaylar ve durumlar üzerinden yapabiliriz. Kuşkusuz bu tespit –yahut yöntem- ifade özgürlüğü için de geçerlidir.
Bilmem hatırlar mısınız, aylar önce İstanbul’da ilginç bir olay vuku buldu. Bir kişi, Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar etmeye kalkıştı. Polis olay yerine geldi. Trafik durduruldu. Polisler şahısla konuşarak onu intihardan vazgeçirmeye çalıştı. İkna çabaları sonuç vermek üzereyken, duran trafikte sıkışan ve sıkılan iki kadın, ‘‘Atla, atla!’’ diye bağırdı. Şahıs kendisini boşluğa bıraktı, düştü, betona çakılma tesiri yarattığı söylenen bir hızla suya çarptı ve öldü. Bunun üzerine kadınlar “intihara teşvik” suçlamasıyla gözaltına alındı ve ifadelerinin alınmasının peşinden serbest bırakıldı. Birkaç gün sonra da haklarında “intihara teşvik” suçlamasıyla on yıla kadar hapis cezası talep edilen bir kamu davası açıldı. Dava yakınlarda sanıkların beraat etmesiyle sonuçlandı.
Şimdi soralım: Köprüden atlayarak intihar etmeye çalışan ve tam polisler tarafından vazgeçmeye ikna edilmek üzere olan birine, “Atla atla!” diye bağırmak ifade özgürlüğüne girer mi girmez mi? Bu vakada korunması gereken kişilerin görüş, kanaat ve taleplerini serbestçe dile getirmesi demek olan ifade özgürlüğü mü yoksa hayat hakları mı?
Şöyle bir örnek üzerinden düşünelim: Biri, bir diğerini öldürmek üzere ona silah doğrultsa, tetiğe basıp basmamakta bir an tereddüt etse, bunu gören bir üçüncü şahıs tabancayı tutana ‘‘Vursana, ne bekliyorsun!’’ diye bağırsa, tabanca ateşlense ve ateş açılan kişi ölse. Bu durumda neyin ne olduğu daha açık. Ölen intihar etmiyor, öldürülüyor. Bir cinayet işleniyor. Failin bir anlık, hayatını kurtarabilecek tereddüdü üçüncü şahsın teşvik sözüyle ortadan kalkıyor. Bu durumda üçüncü şahıs bir anlamda cinayete ortak oluyor. Ancak, köprüde yaşanan vakada durum farklı. Kişi öldürülmek üzere değil, kendini öldürmek üzere. İkinci şahısların bu vakadaki rolü tâlî. Kişi öldüğü için kadınların “atla” diye bağırmasının ölüme götüren davranış üzerinde nasıl bir tesir icra ettiğini tam olarak bilmek ve ölçmek de imkânsız.
Diğer taraftan, hayatın tehlikede olduğu bir yerde, başka birilerinin trafikte sıkılmış ve sıkışmış olmaktan dolayı intihar etmekte olan kişinin bir an önce işini tamamlamasını istemesinin ve bunu kaba sözlerle dile getirmesinin ahlâklı bir davranış olmadığı açık. Gelgelelim, bunun bir suç olarak görülmesi de çok tartışmalı. Vakanın bütün boyutlarıyla anlaşılmasında ölen kişinin kişisel tarihi yanında bağıran kadınların kişisel tarihleri de önemli. Özellikle psikolojik/psikiyatrik tarihleri ve varsa bu alanlardaki sorunlarıyla ilgili kayıtlar.
Kadınlar yargılandı. Bu davanın sıradan, basit bir dava olarak görülmesi yerine psikologların, psikiyatrların, uzman hukukçuların olayı enine boyuna incelediği bir dava olması, birçok noktanın aydınlatılmasına katkıda bulunabilirdi. Yargı safahatını bilmiyorum. Bununla beraber, Türkiye’ de bir davanın böyle etraflı şekilde ele alınabileceğinden pek umutlu değilim.
Dönelim ifade özgürlüğü meselesine. İlk izlenim, kadınların sözlerinin ifade özgürlüğüne girmeyeceği. Ne var ki olayın kamu tarafından bilinmeyen boyutları da olabilir. Meselâ kadınların evinde ilaç saatine yetişilmesi gereken bir ağır hastanın olduğu ve gecikmenin hayatî tehlikeler doğacağı düşünülebilir. Bu durumda olayın niteliği değişebilir.
Geçenlerde okuduğum kaynaklardan muhafazakârlık üzerine bazı notlar alırken ilginç bir noktanın altının çizildiğini gördüm. Muhafazakârlar hayatta her problemin işler bir siyasal çözümünün olmayabileceğini söylüyor. Galiba haklılar. Klasik liberaller ise –kurucu rasyonalist liberallerden ve diğer kurucu rasyonalistlerden farklı olarak- herhalde şöyle düşünür: Tekil vakalardan hareketle –kartezyen rasyonalist değilseniz- herkesi bağlayıcı (ahlâkî ve/veya hukukî) bir hükme varmak mümkün değil. Bu tür vakalar çok sayıda tekrarlandıkça toplum elbette sorunları çözmeyi ve çözümleri kurallaştıran ilkeler üretmeyi veya mevcut ilkeleri can yakan yeni sorunları kapsayacak şekilde genişletmeyi gerçekleştirir.
Yeniyüzyıl, 19 Ocak 2019