Sesi gür çıkan ve tesir kabiliyeti nispeten yüksek bir kesime göre Türkiye hızla otoriterleşiyor ve bir AKP (aslında Erdoğan) diktatöryasına doğru yol alıyor. Aynı kesim, yaşanan birtakım olumsuz gelişmeleri kendi tezlerinin teyidi olarak görüyor ve genelleştirerek sunuyorlar.
Son yıllarda iyice serpilen ve büyük ölçüde Ak Parti’nin (aslında Erdoğan’ın) müteeyyidi olarak mevzilenen diğer kesime göre ise işler yolunda. Bir kötülük ya da noksanlık varsa bile, dünden (2002 öncesinden) daha fazla değil ve içinde bulunduğumuz ‘kritik’ süreç öyle gerektiriyor.
Hak ihlâllerine yönelik bu savunma biçimi size de bir yerlerden, mesela inkılap tarihi derslerinden tanıdık gelmiyor mu?
Cumhuriyetin ilk yıllarını bu tür ihlâlleri mazur, kaçınılmaz, hatta haklı gösterecek kadar ‘kritik’ bir dönem olarak gösterenler, aynı argümanın gün gelip kendilerine karşı kullanılabileceğini hesaba katmadıklarına göre, belli ki hep iktidarda kalacağız sandılar. Fakat yanıldılar.
Türkiye değişiyor. İyi ki de değişiyor.
Bu değişimin sancısız, kusursuz, her noktada ve her zaman iyi olduğu iddia edilemez. Bu yüzden gelişmelere aktörlerinin kim olduğuna göre değil ilke düzeyinde bakmak ve gidişatı bir bütün olarak savunmak ya da reddetmek yerine her hadiseyi münferiden ele almak gerekiyor.
Bu noktada karşımıza, tartışma kültürünün gelişmemiş olması ve tartışmaya katkıda bulunması beklenenlerin kişi, parti, ideoloji ya da fayda odaklı düşünmeyi alışkanlık haline getirmiş olmaları sorunu çıkıyor. Yani entellektüel kalite eksikliği.
Meselenin diğer yönünü ise ifade özgürlüğünün önündeki engel ve kısıtlamalar oluşturuyor.
Bu sorunlardan ilki üslûba ve muhtevaya, ikincisi öze (esasa) ilişkin.
Hak ve hürriyetlerin kullanımında, esas daima muhtevadan önce gelir. Bu ilke, ifade özgürlüğü için de geçerlidir. Bir başka deyişle üslûbun ve/veya muhtevanın yanlışlığı, ifade hürriyetinin kullanımına engel teşkil etmez.
Muhtevadaki (varsa) yanlışın tespit edilebilmesi için dahi ifade özgürlüğüne ihtiyaç duyarız. Doğru bellediğimiz fikirlerin teyidi ya da (yanlışsa) tashihi ancak bu sayede mümkün olur.
Dile getirilen fikirler ne derece yanlış, aykırı, hatta provoke edici olursa olsun, sadece bize bu imkânı tanıdığı için bile kıymetlidirler ve serbestçe ifade edilmeyi hak ederler. Muhtevadaki hatalar düzeltilerek, üslûp hataları zamanla azalarak yola devam edilir.
Önceki hafta 1128 akademisyenin imzasıyla yayınlanan bildiri karşısındaki doğru (özgürlükçü) tavrın hangisi olduğu, doğrunun kimin elini kuvvetlendireceğine göre değil, John Stuart Mill`in yüzelli yılı aşkın bir süre önce altını çizdiği bu ilkelere bakarak tespit edilmeli.
Bu ilkelere sadık kalmak kaydıyla bildirinin dilini eleştirebilir, içeriğine kısmen veya tamamen katılabilir ya da külliyen karşı çıkabiliriz.
Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğumuz (!) şu günlerde böyle bir bildiri yayınlamanın ne yeri, ne de zamanı olduğunu düşünebiliriz.
Bir tek noktasına dahi katılmadığımız bu bildiri metnini imzalayanları protesto edebilir, başkalarını da aynısını yapmaya davet edebiliriz.
Bildiri sahiplerinin ifsada çalıştığı toplumu, kudret ve isabetinden şüphe etmediğimiz başka fikirlerle (kendi fikirlerimizle!) donanmış bir karşı-bildiri ile irşad ederek tehlikenin (!) önüne geçmeyi deneyebilir, kim bilir, böylece onları fikren mağlup ve mahcup etmeyi bile başarabiliriz.
Muarızlarınızı mahcup etmenin de, linç etmenin de yolu fikirlerden geçiyor. Pascal Salin`in dediği gibi; acımayın onlara. Fikirlerinizle bir buldozer gibi geçin üzerlerinden. Fakat orada kalın! Kimseyi fikrini açıklamaktan men etmediğiniz/edemediğiniz gibi, fikirlerini açıkladığına da pişman etmeyin.
İfade hürriyetini kullananların, sadece bu yüzden mutazarrır olma ihtimalinin belirdiği hiçbir yerde tam anlamıyla hürriyetten bahsedilemez.
Bildiriye imza atan akademisyenlere yönelik adlî ve idarî soruşturmalar, göz altına ve açığa almalar, işten çıkarma tehditleri, fikirlerden ziyade şahsiyetlere yönelen itibarsızlaştırma girişimleri… Kabul etmek lazım ki bütün bunlar, ifade özgürlüğü ile ilgili sorunlu alanlar.
Hürriyetlere sahip olma konusunda bir hiyerarşi gözetmediğimden, akademisyenlerin daha fazla ifade özgürlüğüne sahip olduğunu düşünmüyorum.
Buna mukabil, herkesle eşit derecede sahip olduğu bir özgürlüğü, işi gereği daha sık kullanıyor olması, ifade özgürlüğünün (kapsamını değilse bile) akademisyenler için değerini artırıyor (tıpkı Marmaray’ın ve Boğaz köprülerinin İstanbullular için daha işlevsel olması gibi).
Bu nedenledir ki ifade hürriyetindeki her daralma, akademisyenleri toplumun diğer kesimlerine göre daha fazla tedirgin eder. Tıpkı siyasetçileri ve gazetecileri olduğu gibi.
Ve yine bu nedenledir ki Erdoğan’ın ve hükümetin bildiri sahipleriyle ilgili katı tutumu sadece yanlış değil, sivil özgürlük alanını hiç olmadığı kadar genişleten bir hükümetin imajını zedeleyen bir görüntünün ortaya çıkmasına sebep olduğu için kendileri açısından da talihsiz bir durum. Kendi ayağına kurşun sıkmak dedikleri bu olsa gerek.